28 Temmuz 2011 Perşembe

Umudun öteki adı: Doç.Dr.Halil Coşkun!


Bilmem bilir misiniz, obezite cerrahisinde, hastalar arasında bir şehir efsanesi vardır. " (x)'i görür görmez benim için doğru hekim olduğunu anlamıştım!" Hasta camiasına girdiğinizde bu sözü çok sık duyarsınız ne yazık ki. Korkarım ki buna inanıyorsanız hayallerinizi yıkmak zorunda kalacağım çünkü bu efsane her ne kadar romantik ve dramatik dursa da, kulağa çok süslü gelse de, sadece efsanedir! 

Birini görür görmez sizin için doğru insan olduğunu düşünüyorsanız ona ameliyat olmak yerine onunla evlenmeniz daha makul bir seçenek olur zira bu yaşanana pratikte "seçim" değil "aşk" denir :)

Şaka bir yana size uygun hekimi nasıl seçebilirsiniz o zaman? Bu ancak sizin bileceğiniz, kişisel kriterlerinizle ilgili bir konudur.  Ben ancak size ufak ipuçlarıyla yol gösterebilirim. Bu konuya ayrıntılı olarak başka bir yazıda değineceğim zaten.  Peki Ben, benim için Halil bey'in doğru hekim olduğunu nasıl anladım?

2009'un son aylarında, yanılmıyorsam Aralık, kuzenimle birlikte Halil beyin o zamanlar çalıştığı hastaneye doğru yola çıktık. İnanılmaz heyecanlıydım. Dokunsalar ağlayacak, melankolik, heyecanlı bir haldeydim ve inadına yol bitmek bilmiyordu. Hastaneye gelip hocanın odasını bulduk. İçerisi asistanlarla doluydu, kapıda beklemeye başladık. Çok geçmeden içeri girdik. Halil bey elimizi sıktı ve biz de karşılıklı koltuklara oturduk. İlk dikkatimi çeken el sıkışıydı. 

[Sizi bilmem ama ben "kedi patisi verir gibi el sıkan insan" dan kadın olsun erkek olsun nefret ederim. Doğru düzgün el sıkmak, hem kendine güven belirtisi, hem de başkasına güven vermektir.] Düzgün, güçlü, ve kendine güvenli bir el sıkıştı. Heyecanımı yatıştırmıştı biraz olsun. 

İkinci dikkatimi çeken ise "temiz" olmasıydı. Tabii ki hiç birimiz sokağa lekeli, pis şeylerle çıkmıyoruz ya da doktorlar allah için pasaklı değiller. Burada temizden kastım "jilet gibi olmak" Bir insanın size dikkat edip, size özen göstermesi için önce kendine özen göstermesi gerekir diye düşünüyorum. Nasıl ki şişman diyetisyenler ya da söküğü olan terziler alabildiğince iticiyse paspal bir hekim de öyledir bence. Gerçekten Halil hoca insanın gözünü alacak kadar temiz, jilet gibi ve pırıl pırıldı. Üstüne üslük gülümsüyordu ve ben kişisel tarihimde gülümseyen insanları çok severdim. [Çünkü ben de böyle bir insanım.] Daha ağzını açmadan karşındakinde olumlu intiba bırakmak sanırım böyle bir şeydi. 

Görüşme hasta-doktor muhabbetinden çok sohbet havasında ilerliyordu ve ben iyice rahatlamaya başlamıştım. Aklımda açıkçası tek soru dönüp duruyordu. Acaba hoca beni geri çevirecek miydi? Artık hem vücudumun gücü, hem ruhumun gücü tükenmiş gibi hissediyordum, eğer Halil hoca da beni geri çevirseydi olacakları düşünmek bie istemiyordum. Tanrı yakarışlarımı duymuş olmalı...
Hoca boyumu, kilomu, vki'mi sordu, söyledim. Ameliyat tiplerinden söz ettikten sonra bana hangi ameliyatı düşündüğümü sordu. Ben de "gastric bypass" dedim. Çok uzun zamandır bunu araştırdığımı ve bilinçli olduğumu da söyledim. Önce tahlillerine başlayalım, gidişata göre üzerinden geçmek gerekirse tekrar konuşuruz dedi. Hala ayaklarımdan bahsedememiştim. Hayır derse diye o kadar korkuyordum ki. Ancak korkunun bana hiç faydası yoktu. Söylemek zorundaydım. Yay gibi gerilmiştim ve konuya girdim. 

"Hocam benim ayaklarımda böyle böyle bir sorun var, şöyle oldu, böyle oldu, neticeten ayaklarımda açık yaralar var. " Halil hoca şöyle bir durdu, o duruş belki bir saniyeydi ama bana yıllar, yüzyıllar gibi gelmişti. "Ayaklarını görebilir miyim?" dedi. Gösterdim. Ayaklarımda sargılar vardı ama hali aşağı yukarı belliydi. İki ayağınızı da kırk kat sargıyla saracağınız bir şeyin vahameti elbette bellidir. "Hallolur onlar, sorun yaratacağını sanmıyorum." dedi. Kuzenimle birbirimize bakakaldık. [Ağlama molası müsaadenizle]

Hallolur! Hallolur! Kulağımda binlerce defa yankılandı sanki sesi. Defalarca kapılarından döndüğüm doktorlar, yattığım hastaneler, çilehane gibi odalar, çektiğim acılar, acılar nedeniyle yaşayamadıklarım, yaşayamadıklarımdan içimde kalanlar. Bu sözle gözümün önünden aktı gitti desem inanır mısınız? Orada nasıl ağlamadım, nasıl çıkana kadar bekleyebildim, ya da nasıl sevinçten zıp zıp zıplamadım hayret ediyorum. Dışarıdan "salon kadını çizgisi"ni bozmayan benim içimde ne fırtınalar kopuyordu halbuki! "Ben ol da bil." demiş ya Mevlana, benimki de işte öyle...

Ben mana alemimin derinliklerine dalmışken hoca çoktan gerekli evrakı, sevki yazmaya başlamıştı bile. Bir sürü yere bir sürü tahlil verecektim. Bir sürü yerden verdiğim tahlilleri alıp anestezi'de birleştirecektim. Olsun, kolaydı. Yeter ki beni tedavi etsindi. Gerisi umurumda bile değildi. 
Hemen o gün kan tahlili verip neşeyle eve döndüm. Tanıdıkları tek tek arayıp müjde verdim. Kolay mı, yıllardır yakınlarım da benimle azap çekmiş, üzülmüşlerdi. 

O sezon yavaştan 2010 hazırlıkları başlamış, tiyatroda işler çok yoğunlaşmıştı. İnanılmaz bir sezon yaşıyorduk. Her oyun full olduğu gibi, her gün de oyun vardı. İşin komik tarafı benim tahlillere gitmem gereken günler hafta içiydi ve ben hafta içi 5 gün boyunca oyundaydım! İzin almak ise bizim işler için ancak tatlı bir hayaldi. 

Tahlillere dokunamadan 2010 gelmişti bile. Ara sıra da olsa iptal olan oyunlar sayesinde arada gidip ufak ufak tamamlamaya çalışıyordum. Çalışmak o dönem için -mecbur- olduğum bir şeydi, aksatamıyordum. Bir yandan günde 4 apranaxla iş gününü tamamlıyor, tarifi imkansız acılarla iş yapıyordum. Tek tesellim "Belki bu ameliyatla geçecek bu acılar" idi. Ekip arkadaşlarım ve patronum, sağolsunlar, bana anlayış gösteriyorlar, oyun aralarında dinlendiriyorlardı fakat ne kadar dinlenirsem dinleneyim olmuyordu, o lanet ağrılar dinmiyordu işte...

Göz açıp kapayıncaya kadar 2010 yaz sezonu gelmişti. Bu arada tahlillerimin yarısı bitmiş, yarısı da yapılmak üzere bekliyordu. Sezon bitmişti ancak benim paraya ihtiyacım vardı. Bir biçimde bir mucize olsa diyordum ki hayatımın en güzel iş tekliflerinden biri geldi. Kariyerime bir uzun metraj daha katacak, sevgili Müjdat Gezen, Haluk Bilginer, İlker Ayrık ve Gülçin Santırcıoğlu ile "Memlekette Demokrasi Var" da oynayacaktım. 

Her ne kadar aklım hastanede ve ameliyatımda olsa da bu işi geri çevirmem hem maddi, hem kariyer anlamında imkansızdı. İstediğim kadar acı çekeyim öyle ya da böyle bu iş yapılacaktı! Şansıma oynadığım rol (Gülizar) da ayaklarından hasta (fil hastalığı) bir kadındı ve rolle adeta kaynaşmıştım. Hayatımda en keyif alarak ancak gerçekte fiziksel olarak çok acı çekerek yaptığım iş olarak tarihe geçti. 

Film çekimi, gala, özel gösterimler, reklam derken yaz bitmişti. Benim tahlillerim ise anestezide toplanacak minvale nihayet gelmişti. Anestezi uzmanının karşısına geçtiğimde hiç de iyi haberler almayacaktım oysa. Bembeyaz kağıtların üzerinde yine benimle ilgili minik felaketler vardı. Yeni felaketlerim guatr, kolestrol ve astım başlangıcı idi. Ben daha diğerleriyle baş edemezken bunlarla ne yapacaktım?

Astım için inhalerlara, diğerleri için de ilaçlara başladım. Artık günde 4 insülin, 4 apranax ve 3 inhaler ve dört ilacım vardı. Olsun, sonuçta geçecekti. Kendimi böyle telkin ede ede eylül ayını getirmiştim bile. 

Ekim aynın güzel bir günü tahlillerimi de alıp Halil hocaya göstermek üzere yola çıktım. Kaderimde rötar olacak ya, bu sefer hoca o hastaneden ayrılmış, başka bir hastaneye geçiyordu! Kaderime bir miktar sövmekle beraber hoca nereye ben oraya hesabı arkasından onun gittiği hastaneye gidecektim. O saatten sonra sağlık ocağına gitse bile arkasından giderdim. (Hoş hala da giderim)

2010 Ekiminden sonra (benim sezonum bir kez daha açılmışken) diğer hastanede yapılan testlerimin hepsi  tekrar yapıldı. Her tahlil bir daha alındı, gerekli her doktorla bir daha görüşüldü ve bir yıl daha geride kaldı.

Aslında aradan bu kadar zaman geçmesine (o zaman çok hayıflansam da) şu an şans gözüyle bakıyorum. Hem herşey hem benim, hem doktorumun içine sindi. Hatta iki kez sindi :) , hem de görüşme süremiz kısıtlı olmasına rağmen ben Halil hocayı,o da beni daha iyi tanımış oldu. Her hastaneye gidişimde onunla ilgili kafamdaki yargılar pekişiyor, her seferinde kararımdan daha bir memnun kalıyor ve onun beni tedavi etme kararına bir kez daha minnet duyuyordum.

Halil hoca titizdi, hiç bir ayrıntıyı gözden kaçırmıyor, insanı can kulağıyla dinliyordu. Ayrıntılara önem veriyor, gülümsüyor ama sırf siz mutlu olasınız diye bir takım gerçekleri gizlemiyordu. Yaşayacağınız olası şeyleri pozitifse de, negatifse de şak şak koyuyordu masaya. Hepsinin ötesinde dürüst bir insandı. Hiç bir zaman, bir an bile bana iyileşmem konusunda boş vaad verdiğine inanmadım. O bana ve iyileşmeme ilk andan beri inanmıştı, ben de ona sonuna kadar inandım ve güvendim.

Yaşadığım hezeyanları da, üzüntü dalgalarını da, yaşattığı sevinci ve dünyanın en mutlu insanlarından biri yapmasını da bu dönemlerde çok paylaşamadım Onunla. Bunun sebebi hem şimdiye nazaran, geçmişte daha kısa görüşmelerde bulunmuş olmamız, hem de benim arap atı gibi geç açılan bir insan olmamdan kaynaklanıyordu. 

Son derece sosyal, son derece konuşkan biri olmama rağmen major mutluluk ve major acılarda konuşamam ben pek. Yazarım ama, hep yazarım. Yazamıyorsam da biriktiririm. Yine öyle yapmıştım. Allahtan O çok sabırlıydı ve ameliyattan sonraki dönemde tek tek döküldü ağzımdan çoğu şey. Yine de çoğu şeyi de burada ilk defa okuyacağına eminim.

Gün döndü, günler döndü. Tahlillerim, testlerim tamamlandı.[Tahlilleri daha sonra ayrıntılı biçimde yazacağım için özet geçiyorum] Anestezi onayı, endokrinoloji raporu, her şeyi tamamlayıp Mart 2011 sonlarında hocanın karşısına oturdum. 

Tiyatrodan ayrılmış (yarım sezonluğuna), işlerimi ayarlamış, kendimi iyileşmeye adamış, mükemmel motive olmuştum. Halil hoca tahlillere, testlere tekrar baktı ve "Nisan başında müsaitsen yapalım artık şu ameliyatı!" dedi.

O zamanlar bilmiyordu, hayatımda hiçbir şey için bu kadar müsait olmamıştım!...


*Fotoğraf Doç.Dr.Halil Coşkun'a aittir.