16 Temmuz 2011 Cumartesi

Ah minel mevt! [Bir bitiş tefrikası]


Ameliyat olma kararı aldığım ana kadar hep söylediğim bir şey vardı. Bazı insanlar bir olay yaşarlar ve gaza gelmelerine sebep olur bu olay. Ne bileyim okulda gençler dalga geçer, kızımız bir üst sınıfa kastırıp incecik başlar. Bu ve bunun gibi binlerce örnek ve hatta film, dizi vs. vardır. Ben de kararımı verene kadar hep söylediğim şey "Bana niye böyle olmuyor, niye hiçbir şeyden gaza gelmiyorum"du. Pek tabii ki bunu "Biri gelsin, hayatımı önce lunaparka, sonra cehenneme çevirsin, ölümlerden döneyim de ancak sağlığıma kafayı takayım" baabında söylemiyordum. Heyhat kader yanlış anlamış olmalı...

Evlenmek o sıralar için düşünmediğimiz ama uzun vadede düşündüğümüz bir mevzuydu O'nunla. Sadece süreci -epeyce- hızlandıracaktık, olacak bitecekti. Her ne kadar ailesine karşı geliyor olacaksak da bir kaç yıl sonra bir bayramda seyranda, en olmadı torunları olunca affederler diye düşündük.

Ertesi sabah daha umutlu, daha yeni bir güne uyanacağımı düşünüyordum ki sabah 8:15'te kapı adeta yıkılırcasına çalmaya başladı. Aklım yerinden oynamıştı. Oldum olası ani (telefonla,kapı ziliyle) uyanmayı sevmezdim ve kapıdakine sıkı bir fırça atmak üzere sinirli sinirli kapıyı açtım. O an benim eridiğim, tansiyonumun kimbilir kaçlara düştüğü, o an sanıyorum hayatımın en kötü anlarından biriydi. Sevdiğim adamın annesi ve babası (fotoğraflarından gayet iyi tanıyordum onları) karşımda duruyordu. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Bir an, bir kısacık an karşılıklı bakıştık.

Derken benden epey kısa ve epey de zayıf(!) olan müstakbel kayınvaldem beni kapıya doğru itti. Öyle bir boş bulundum ki kapının kolunun sırtımda yaptığı morluk günlerce geçmedi. Basiretim bağlanmıştı, içeri girdiler ve kapayı kapattım. Annesi çekmeceleri karıştırmaya, babası da evi aramaya başladı. Ne aradıklarını asla bilemiyordum, şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Nihayet "Biz O'nun anne ve babasıyız." dedi babası. "Biliyorum" dedim. Sesim adeta miyavlar gibi çıkmıştı. Sonradan öğrendim ki harıl harıl aradıkları evlenme cüzdanıydı!

Salondaki iki koltuğa oturdular, ben de karşılarına oturdum. Bir an önce toparlanmam gerekiyordu. O'nun nerede olduğunu sordular, işyerinde olduğunu söyledim. Salonun ortasında O'nun mezuniyet fotoğrafı duruyordu. Babası buna nedenini anlamadığım biçimde çok kızdı. Zaten olan biten hiçbir şeyin nedenini anlayamıyordum ya neyse. Derken babası belini işaret edip "Bak kızım ben askerim, seni de O'nu da vuracağım, başımızı öne eğdirdiniz. Şimdi zorluk çıkarma da O'nu ara, hastayım de ve buraya gelsin. Bu dava da bitsin." dedi. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım ve ağlamaya başladım. Aklımdan saniyede milyonlarca şey geçiyordu. Tamam beni istememişlerdi ama biz işin namus ve öldürme boyutuna nasıl gelmiştik? 21.yüzyılın İstanbul'unda yaşadığım şeye kendim bile inanamıyordum. 

Kendi kendime dahi hayret ederek "Kusura bakmayın ama burası İstanbul, ben O'nu hastayım diye ararsam paniğe kapılır. Bir arabanın altında kalsa ne yapacaksınız? Ben bunu yapamam, O'na yalan söyleyemem!" dedim. Bunu hıçkırıklar içinde şakır şakır ağlarken söylemiştim ve annesi "Benim malımı bana koruyor xxx'e bak!" diye ayaklandı.

Tam daha fazlasını da yaşayamam herhalde dediğim noktada annesi açtı ağzını yumdu gözünü. Önce sakinleştiğini sanmıştım. "Nerede tanıştınız?" dedi, anlattım. "Ne zamandır berabersiniz?" dedi anlattım. Derken asıl mevzuya geldi çattı annesi. Hayatım boyunca unutmayacağım, hayat boyu aklımın bir köşeesinde kalacak o tarihi konuşmayı yaptı.

"Bana bak, benim koç gibi oğlumu nasıl ikna ettin, nasıl tuzağa düşürdün? Büyülerle bilmemnelerle mi kendine bağladın bilemem. Şu kadarını söyleyeyim ben seni oğlumla yatakta bassam, kendi gözlerimle görsem oğlumun sana aşık olduğuna inanmam. Benim oğlum dengi bir kızla evlenecek ve bana torun doğuracak!"

Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan akıyordu. Sürekli, nasılsa evleneceğiz, tatsızlık çıkmasın mantığında alttan alıyordum, yoksa elbette verecek cevabım olmadığından değil. Bu esnada babasının ağzını bıçak açmıyordu. Eli belinde oturuyor ve bizi izliyordu. Ha vurdu ha vuracak diyordum içimden ama geri adım atmayacaktım. Ne olacaksa olacaktı! Bir ara tuvalete kaçıp 155'i aramayı düşündüm ama yakalarlarsa olacakları düşünmek bile istemiyordum.

"Size nasıl göründüğünü bilemiyorum ama biz yanlış bir şey yapmadık, sadece birbirimizi sevdik, çok da mutluyuz" dedim. Sanırım bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Annesi ayağa kalkıp kolumu kavradı, ben hala oturuyordum. O pehlivan gibi bedenim utanç ve korkudan leblebi gibi kalmıştı. Kolumu sıkmaya devam ederken tarihi ikinci konuşma geldi.

"Bana baksana sen, sen hiç aynaya bakmıyor musun? Şişmansın, hastalıklısın, senin yarın öbür gün çocukların da sakat sakat doğar. Kolsuz bacaksız çocukların olur. Seni böyle, bu halde kim ister? Buldun saf, salak oğlumu yamanmaya mı çalışıyorsun? Büyü mü yaptırdın, dua mı okuttun bilmem ama sen bu işi unut!!! Oğlumun peşini bırak! "

Tek söyleyebildiğim "ama biz birbirimizi seviyoruz" du. Ağladım, çok ağladım. Bu sözler aylarca, günlerce kulağımda çınladı ve özgüvenimi yerle bir etti.

[Daha ayrıntılı ve daha çirkin konuşmalar da vardı ama amacım olayın ana fikrini anlatmak sadece, her ne kadar vaktiyle canım yansa da karşı tarafın kişilik haklarını da olabildiğince korumaya çalışıyorum aktarırken.]

Sanıyorum bana istedikleri dersi verdiklerini düşünmüş olacaklar ki O'nu yakalamaya gittiler. Kapıyı çarptılar ve gittiler. Bir an beklemeden O'nu aradım hemen. Olanları anlattım ve hemen izin alıp eve gelmesini söyledim. Onlara yakalanmasın diye trenle değil dolmuşla gelmesini de tembih ettim. Çünkü tren garına pusuya yatacaklarını duymuştum konuşmalarından. Yarım saat sonra O geldi, çok kötüydü. Ben zaten ayaklı ölü gibiydim. Bembeyaz.

Ailesi sürekli arıyordu, işyerinden kaçtığını öğrenmişlerdi. Yanımda olduğunu anladılar. Direk ailemi arayıp olan biteni anlattım. Ailelerin görüşüp bir orta yol bulması gerekiyordu. Ailem yola çıktı apar topar. [Elbette işin silah, kötek boyutunu telefonda söylememiştim].

Alel acele ne yapabileceğimizi konuştuk ve ailesi döner dönmez hemen nikahı basmaya karar verdik yalnız bir sorun vardı, yanlarına yalnız gitmeye korkuyordu. "Sen gelme ama ben seninkilerle buluşup gideyim." dedi. Tekrar ailemi aradık ve O'nun ailemle buluşması ayarlandı. Sonra da iki aile Kadıköy'de buluşup konuşacaktı. Ya da o an bizim taraf öyle sanıyordu.

[Kadıköy'de karşılıklı çay içerken olaylar tatsızlaşmış, annemin tansiyonu düşmüş, onlar uzlaşmak bir yana tekrar ikimizi de öldürme planlarından söz etmişler, bizimkiler de dellenmişti. Zaten kopmakta olan ipler iyice birbirinden ayrılmış, bir taksi çevirip O'nu tıka basa içeri atıp gitmişlerdi.]

Konuşmanın gidişatını bozmamak için telefonla arayamıyordum ama meraktan ölebilirdim. Derken saatler sonra kapı çaldı. Annem ve eşi yalnızdı. Peki ya O? O neredeydi? Bir taksiye binip götürdüler sürüye sürüye dediler. Hemen telefona sarıldım. Telefon bir türlü açılmıyordu. Meraktan deliye dönmüştüm. Bu kadar ölüm kalım muhabbetinden sonra dönmem de doğaldı. Nihayet akşama doğru telefon açıldı ve O'nun titreyen sesini duydum." xxx'deyiz, beni zorla buraya getirdiler.Bu gece konuşacağım tekrar, şimdi sakinleşmelerini bekliyorum. Bekle beni." O gecenin neredeyse her saniyesini ağlayarak geçirdim.

Sabaha kadar yolunu gözüp gözyaşı döktüğüm adam aslında gitme planları yapıyordu, bense bunu sabahın köründe işyerine açtığım telefonla öğrenecektim...

Ertesi gün önce işinden istifa etti. Sonra beni aradı. "Eve gelip eşyaları toplayacağız annemlerle" dedi. "Gidecek misin, nasıl gidersin? Beni bırakıp nasıl gidersin?" dedim. "Gideceğim, en doğrusu bu." dedi. "Sadece sen gel, annenler bir daha buraya asla giremez." dedim.

Geldi. Taşınmak için karton kutuları bile hazır, hemen toparlanmaya başladı. Ben aldığım sakinleştiriclerle ayakta duruyordum ama bana açıklama yapmıyordu. Sadece "en doğrusu bu" diyordu. Ben, her halükarda seveceğini söylediği ve asla bırakmam dediği ben, bir gecede bitmiştim adeta. "Tehdit mi ettiler, dövdüler mi, sövdüler mi?" Mantığa oturtmaya çalışıyordum ama her mantık elimde kalıyordu. Ağzını bıçak açmıyordu. Nihayet giderayak "Bu film burada bitmeyecek, ben sana bir söz verdim Ya seninle, ya hiçkimseyle. Bunu onlar da görecek." dedi. Duvara "to be continued..." yazdı. 

Bir efsane mi, gerçek mi bilmiyorum. Ortaçağda kadınlar savaşa giden kocalarına saçlarını örüp keser verirmiş. O gittiğinde çirkin olmak için. Belime kadar saçlarım vardı benim de. Odama geçtim. Saçlarımı ördüm sıkı sıkı ve dibinden kestim. Şak diye, bir darbede. Kocaman iğrenç bir mutfak makasıyla. O çok sevdiğim saçlarım bir anda elime düşmüştü. Sanıyorum annem o an delirdiğimi düşünmüş olmalı. Hemen bir ilaç daha getirdi bana. Ne olduğuna bakmadan ne getirirlerse içiyordum artık. Saçımı elime aldım ve toparlanmakta olan, sevdiğim adamın yanına döndüm. Saçımı avuçlarına bıraktım ve "Bekleyeceğim." dedim. Sadece bekleyeceğim.

O gün öğleden sonra, 2009'un sıkıntılı bir temmuz günü tüm eşyalarını topladı. O'nu nasıl ve neyle ikna ettiklerini söylemeden, açıklama yapmadan, sonunu dinleyemediğiniz bir şarkı gibi, devamını bilmediğiniz için gidemediğiniz bir adres gibi, yarım bırakarak herşeyi, eşyalarını  topladı tek tek, gitti.

Gitti...

---

"Bıraktım öyle kalsın, bizim gibi darmadağın..."

Onsuz günlerin başlangıcı benim de adım adım çöküşümdü adeta. Günlerce O'ndan haber alamadım. Günlerce ilaçlarla uyudum. Günlerce aynı pencerede oturdum. Günlerce yola baktım. Dua ettim, diz çöktüm, ağladım, süründüm. Günlerce yemek yemedim. Neredeyse 10 kilo verdim.

Nihayet günler sonra bir arkadaşıma arattım O'nu ve sağlık haberini alabildim. İyiydi ama baskı altındaydı, interneti yoktu. Aklım almıyordu, insan tuvalette olsun bir mesaj atar diyordum. Aklım almıyordu.

Gidişinin ardından herkese bahaneler buldum. Çok geniş bir ortak çevremiz vardı. Herkes soru soruyordu. Kimseyle konuşmak istemiyor, telefona çıkmıyordum. Bu olanların nesini anlatacaktım ki? Hangi yanından tutsam elimde kalacak, daha da kötüsü muhtemelen bu çağda böyle şey olmaz diye bana inanmayacaklardı. Hoş zaten anlatmazdım, bana yakışmazdı.

Gidişinin ardından tam 101 gün evden çıkmadım. Ojelerimi silmedim, gerekmedikçe banyo yapmadım. Sadece saf, katıksız bir acı çektim. Gidişinin ardından kucağıma ilaçları koyup ölmek istedim, annemi düşünüp vazgeçtim. Gidişiyle beraber kendimi aylarca çirkin olmaya mahkum ettim. Makyaj yapmadım. Mutlu olmadım, küpe takmadım, ağzımın kıvrımıyla bile gülmedim.

Gidişinin ardından filozof oldum, sayfalarca yazı yazdım. İsyan ettim. Yaradılmış bir varlığı bu kadar seviyor olmam ne saçmaydı. İnsan ancak kendini yaratana bu kadar sevgi duyabilirdi. Gidişinin ardından annem delirdiğimi sandı hep, kendime zarar vermemem için sürekli başımda oturdu. Sürekli ilaçlar verdi. Üstüme titredi.

Tam 101 gün sonra arkadaşlarım eve gelip, ojelerimi silip, üstümü başımı giydirip beni evden çıkardılar. Çıkış o çıkış oldu. Sonrasında öyle bir dağıttım ki kimseler toparlayamadı.

Aylarca O'ndan haber alamadıktan sonra hayatına devam ettiğini ve beni unuttuğunu düşünmeye başlamıştım. İnterneti bağlandığı halde (ortak bir arkadaşımızdan öğrenmiştim) bana ulaşmıyordu bir biçimde. Son derece atarlı bir ayrılık maili attım. Benden zaten ayrılan bir adamdan kendimce ayrılıyordum! Bağrıma taş basıyor ama bu ilgisizliği kaldıramıyordum. Maile hemen yanıt geldi. Paragraflarca hala beni çok sevdiğini, sonumuzun birlikte olacağını söylemişti. İnanmıştım...

Sonrasında çok içtim. Öyle böyle bir içmek değildi. Unutmak için içiyor, sızıyor, tekrar içiyordum. Şu kesindi ki bir faydası olmuyordu. Rüyamda, gittiğim yerlerde, evin her yerinde, en önemlisi de içimde O vardı.

Duvara hapishanede gün dolduranlar gibi biten ayları işaretliyordum. Temmuz, Ağustos, Eylül (O'suz bir doğumgünü), Ekim, Kasım, Aralık (O'nsuz bir yılbaşı) derken 6 ay boyunca sadece bir kere saniyelerce telefonla konuşmuştuk ama aşk bitmiyordu. Gözden uzak, gönülden uzak değildi, keşke olsaydı ama değildi.

Ocak 2010'da üzüntüden çene kemiğim eridi. Annem ameliyat oldu. Tam 2 ay her gün dişçiye gitmek zorunda kaldım. Diş hekimim bile "Biri mi öldü, bu kadar ani çene kemiği erimez kızım..." demişti. Bunların hepsinde yalnızdım, umurunda bile olmadı.

Şubat ayında tekrar dellenip atarlı bir ayrılık maili daha attım. Mailime hemen cevap geldi, nasıl oluyorsa biz hiç iletişemediğimiz halde ayrılma lafı geçtiği an mailime cevap geliyordu. O zamanlar bunu anlamayacak kadar salak ve üzüntülüydüm elbette. Bir kez daha beni ikna etti, askere gidip askerliği bitince direk İstanbul'a gelecekti. Eninde sonunda bir plan yapabildiğimiz için daha huzurluydum.

Mart'ın son günlerinde O'nun maillerini kontrol ederken arşiv'de bir iş başvurusu gördüm. İkameti Ankara olan bir başvuru. O an aslında hiç gelmeyeceğini, bu kapıdan çıkarken aslında bittiğini anladım. 8 ay bir "hiçkimse"yi beklediğimi, bitirmeye gayret ettiğim şeyin çoktan bittiğini.....ve bu sefer O da direnmedi. Artık kabullenilmeyecek tarafı kalmamıştı zaten.

Tam 8 ay hiç gelmeyecek birini özlemiş, hiç gelmeyecek biri için hakaretlere maruz kalmış, tehdit edilmiş, bitmiştim...

---

23 Mart'ta bir canlı yayında açıkladım bittiğini. Şarkı aralarında mikrofonu kapatıp ağlıyor, anonslarda ise dinleyicilerimi üzmemek için neşeli takılıyordum. İlişkisinin sorumluluğunu alamayan birinden ayrılığın sorumluluğunu almasını zaten beklemiyordum ama çevreye yapılan açıklamalar beni hep zorladı. Kimse olayın gerçek sebebini bilmedi. Kimse buraya yazdığım kadar açığını okumadı. Kimse bu sevginin bu kadar güçlü olduğunu sezemedi.

Gidişinin, bitişinin ardından açıklama maiyetinde şu yazıyı yazdım, soru sormasınlar diye. İç dökmek için...

Gidişinin ardından bir sene ayağa kalkamadım. Sürekli kredi çekip, hiç çalışamadığım için battım. Uçan kuşa borçlandım. Mahalle bakkalı bile görmesin diye yolumu değiştirdim. Bitişinin ardından hem kalp acısı, hem korkunç ağrılar çektim. Özgüvenimi kaybettim. Hayatımın hatırılı sayılır bir vaktini internette geçirmeye başladım. En abuk siteden, en mantıklısına her şeyi okuyordum. Saatlerce dizi izliyordum aklım boşalsın diye.

Bir gün kelepçe kardeşliği diye bir site keşfettim. Kendime format attırmayı kafama takmıştım fakat bu nasıl olacaktı? Herşeyi geçtim kulağa çok korkutucu geliyordu. Siteden insanlarla tanışmaya başladım. Tanışıp, arkadaş olup birbirimize hikayelerimizi anlattığımızda kelepçenin tek yöntem olmadığını, başka bir yığın yöntemler olduğunu anlattılar bana. Bu sayede obezite yardım sitesini keşfettim. Daha önce buraya girmiş ve bir kaç kez buradakilerle mesajlaşmıştım. Sene 2008 olmalıydı lakin O kilo vermemi ve ameliyat olmamı istememişti, ben de tarihin tozlu raflarına kaldırmıştım bu fikri.

Şimdi ise içimde uyuyan ne varsa uyanmış, özellikle de "çocuklarım sakat doğmasın" diye iyileşmeye karar vermiştim...

Ya sen ya hiçkimse diyen adam ise 2010 Eylül'ünde yeni bir aşka yelken açmıştı bile...Ben O'ndan sonra şu güne kadar kimse ile sağlıklı bir ilişki geliştiremedim. Yapamadığımı anladığım noktada ise ipin ucunu bıraktım ve aşk defterini kapattım, bir daha ne zaman açılacağını bilmeyerek hem de...

Hayatta aşktan çok daha önemli mevzular vardı ve benim içi artık en başta sağlık geliyordu. Eğer bir yolu varsa - ne olursa olsun- iyileşmeliydim. Kaderimde hiç yaşamadığım "iyileşme gazı" nı bu olaylardan sonra yaşadım. Evet kötü, üzüntülü, ölüme paralel çok kötü günlerdi ama sonuçta bana bu gazı vermişlerdi...

Siteden bir tanıdığım bana İzmir'de bir doktorun telefonunu vermişti görüşmek için. Bavulları toplayıp ameliyat olmak için İzmir'e doğru yola çıktık. Benim kararım kesin, gözüm kara fakat ailem tatmin olmamıştı. Ailemi ikna etmek zor olacaktı ama buna doktorla tanıştıktan sonra karar verecektim.

Bir kez daha hiçbir şey umduğum gibi gitmemişti. O zamanlar talihsizlik gözüyle baktığım olaylar zinciri beni dünyanın en şanslı insanı yapacaktı halbuki...Bilemezdim.