15 Temmuz 2011 Cuma

Ah minel aşk!


"Ah minel aşk"

2008 yazının ertesinde sezonun açılmasına henüz varken düştü içime aşk. O İzmir'de, ben İstanbul'da. Aynı yerlerde yazı yazıyorduk, yayın yapıyorduk. Başlarda arkadaşlıktan fazlası yoktu. Git gide onunla konuşma saatlerini iple çektiğimi, sesini duyduğumda yüzümde çiçekler açtığını farkettim. O beni sadece arkadaş olarak görüyor sanıyordum başlarda.

Saatlerce, o işe gidene kadar, bazen ben evden çıkana kadar yazışıyorduk. O'na aşık olduğumu anladığım anın üzerinden bir ay geçmişti. Aslında ne ben çat diye açılabilecek biriydim, ne de o. O yüzden böyle sürünüp duruyorduk. Bir gün sabaha karşı herşeyi göze alıp döktüm içimi. Bir kadın için hayatta en zor şeylerden biri. Hayatta hep risk alırım ama aşkta aldığım risk buydu ve benim için ilkti.

Hem şaşırdığım, hem de mutluluktan ağladığım bir tepki geldi O'ndan. "Ben de sana aşığım, hayatıma hoşgeldin..." Ne kadar zarifti, ah ne güzeldi. Benden ve ondan mutlusu yoktu, hayat ne güzeldi, kuşlar bile sanki daha mutlu ötüyordu.

Kalktım İzmir'e gittim ben. En büyük endişem: uzakken hissettiklerimizi yakından da hisedebilecek miydik. Evet hissettik, çok daha fazlasını hissettik. Birbirimizin gözbebeğinde gördük kendimizi. Herkes için yaşadığı aşk tek ve benzersizdir ya hani, bizim için de öyleydi.

Artık birbirimizi özlemeye katlanamıyorduk. O İstanbul'a geldi, ben tekrar İzmir'e gittim. Birbirimize kamera açıp uyuyorduk yanyana hissetmek için. Artık bu böyle gitmez dediğimiz anda O İzmir'deki evini kapattı, işinden istifa etti ve İstanbul'a taşındı.

Hastalıklarımı, yaşadıklarımı, hepsini anlattım ona. Hiç bir şeyi saklamadım. Pansuman yaparken ona kendimi hiç göstermedim ama yine de mevzuyu detayıyla biliyordu. O yılın sezonu kötüydü, ekonomik kriz vardı ve çok az işe gidebiliyordum. Yarı domestik, yarı çalışan kadın, yarı kendimi adamış bir kadın olmuş çıkmıştım. Belki dağ başına klübeye taşınalım dese gidecektim. Boşuna aşkın gözü kör demiyorlar. Böyle böyle 6.ayı devirmiştik, zaman su gibi akıyordu.

İlişkimizin 6. ayını kutlarken -yine kendimce- bir devrim yapmaya karar verdim ve pansuman yaparken onu çağırdım. Aklımdan geçenler "böyle gördüğü için beni artık sevmeyecek" idi. Gönlüm ise bambaşka diyarlardaydı. Seven herşeyiyle severdi. Çok açıkçası aşka güveniyorum ama bu tabiri caizse üçbuçuk atmamı engellemiyordu. Ayağımdaki son sargıyı açtıktan sonra O'na şöyle dedim. "Bak ben buyum, malesef bu durumdayım. Şayet bir gün hastayım diye beni bırakacaksan, o gün bugün olsun. Sana daha fazla alışmadan git. Gitmeyeceksen beni böyle sev, hastalıkta, sağlıkta..." ve o da "Seni asla bırakmayacağım, ne olursa olsun!"  dedi. Artık saklımız, gizlimiz yoktu ve ben çok mutluydum. Dünya'da hala iyi, hala seven insanlar olduğuna inanmıştım. Bu olay bence gerçekten ilişkimiz için dönüm noktasıydı ve süper atlatmıştık.

İlişkimiz bir yıla doğru yaklaşırken çok fazla ortak çevremiz vardı. Benim ailem durumdan haberdardı ve kesinlikle destekti bize. Hatta ufaktan ufaktan çeyiz alışverişine başlamıştık. Beyaz eşyalar, mutfak robotu, elektrik süpürgesi gibi kesin lazımları almıştık. Bu esnada sürekli görmezden geldiğim ve apranaxla dayandığım korkunç ağrılar yeniden başlamıştı. Hala tümden banyo yapamıyor ve apranaxları leblebi gibi yutuyordum ancak artık durumu kabul etmiştim. Bu Tanrı'nın bana çıkan piyangosuydu. İyileşeceğime dair umudum yoktu. Derin bir tevekkül ve çok fazla acı içerisindeydim. Beni toparlayan tek şey aşk'tı.

Sanırım tek eksiğimiz evlenme teklifiydi. Bir gece televizyon izleyip sütlü eti cici bebe yerken, aniden evlenme teklif etti bana. Hiç beklemediğim anda, şok olmuştum ve tabii ki "evet" dedim. Sonsuza dek evet. Birlikte yolculuk ettik, birlikte hayatı paylaşmaya başladık, birlikte yayınlar yaptık, hayatımız peri masalı gibiydi.

Bir yılı geride bırakıp ikinci yıla doğru koşarken artık ilişkimizi resmiyete dökmek istedik. Benim ailemin zaten durumdan haberi vardı. O'nun ailesiyle konuşması ve isteme vs. gibi detaylar için tarih alması gerekiyordu. Bu sebeple ailesinin yanına Ankara'ya gidecekti. Hayatım boyunca "kendiyle barışık" yalanını özümsemiş, ve kendimi gerçekten kendimle barışık hisseden ben, endişelerle doluydum. Gitmeden onu karşıma aldım. Ailesinden ne kilomu, ne hastalıklarımı saklamamasını, her şeyi açıkça anlatmasını rica ettim. Hatta bir kaç fotoğrafımı göstersindi, bilsinlerdi beni.

Haftasonu gelip çatmış, O'nu Ankara'ya uğurlamıştım. Meraktan, kaygıdan uyuyamıyor, gün sayıyordum. Telefon konuşmalarımızda rahat konuşamıyor, gelince konuşuruz diyordu. Kadınca hislerim yanılmamıştı, bir şeyler ters gidiyordu! Pazartesi akşamı nihayet geldi, birlikte yemek yedik. Ağzını bıçak açmıyordu. Sonunda dayanamadım, ağladım ağlayacaktım. Derken yüzüne baktım. Birbiri ardına gözyaşı döküyordu. Sakin ol ve anlat dedim. Derken hayatımın en acı, en vurucu gerekçelerini dinledim.

Sadece fotoğrafımı görmek bile kesin bir "Hayır." demeleri için yeterli olmuştu. Tansiyonlar yükselmiş, evde kıyamet kopmuştu. Üstüne bir de diyabetim ve NLD duyulunca "Kesinlikle Hayır!" olmuştu cevap. O geceyi nasıl atlattım, nasıl üzüntümden ve utancımdan yerin dibine girmedim şaşırıyorum. Yaşadığım bazı şeylerde nasıl ayakta durabilmişim, hayret.

"Çok zor bazen avaz avaz susmak..."

Vakit ağlamanın değil, neler yapabileceğimizi düşünmenin vaktiydi. Aniden ve kimseye haber vermeden nikah kıymayı düşündük. Oda nikahı olacaktı, bende jean ve sadece duvak, onda da jean ve gömlek. Ayrıntıya değil çözüme ihtiyacımız vardı. Alel acele bir şeyler yapmalıydık. Biz birbirimizi çok seviyorduk ve bizi kimse ayıramazdı!

Halbuki o gece beraber geçirdiğimiz son gece olacaktı...