16 Ağustos 2011 Salı

İşte karşınızda büyük gün! [20.04.2011 Mgb Doç.Dr.Halil Coşkun]

Belki birçoklarına garip gelecektir ama hayatımda hemen hemen hiç ölüm korkusu yaşamadım ben. Belki hayatımın major hastalıklar ve ölüme çok paralel gitmesinden, belki acıya alışmaktan, belki de yetiştiriliş tarzından, bilemiyorum.

17 Nisan 2011 gecesi ameliyattan önceki son canlı yayınımı yaptım. Yayının sonuna kadar gayet sağlam, heyecansız ve itidalli olan ben, dinleyicilerimden helallik istediğim anda dayanamadım ve ağladım. Bu yaşadığım ölüm korkusu değil, bu kadar sevilmenin verdiği mutluluktu belki. Yazdığım her platformda, tüm sosyal medya araçlarında ameliyatımdan bahsettim ve helallik istedim. [Hak helal etmek benim için hep önemli bir mevzuydu, hala da öyle.] Pazar gecesi yatağıma yattığımda arkamda yüzlerce hatta binlerce insanın duası olduğunu biliyordum.

Hayatta bazı şeyleri bilirsiniz, hissedersiniz ama ispat edemezsiniz. Doktoruma olan güvenimin yanısıra ameliyattan sağ ve sağlıklı çıkacağıma adımın Başak olduğuna emin olduğum kadar emindim. Bunu o kadar kuvvetli hissediyordum ki...Bu ameliyat benim ikinci doğumum olacaktı. Buna kalben emindim ama ispatım elbette yoktu.

18.04.2011 Pazartesi sabahı erkenden hastanedeydik.[Bezmialem Vakıf Gureba]  1.71 boy-130 kiloyla, yandaş onlarca hastalıkla beri yandan onlarca tonluk umutla hastaneye yatmıştım. Bir yandan evrak işini hallederken bir yandan da son morbid obez kahvaltımı ediyordum. İki adet poğaça. İtiraf etmeliyim ki normalde rahatlıkla en az 3-4 poğaça yerdim ama sanıyorum heyecandan yiyememiştim.

Normal insanlar gibi bir çanta ile bir yere gitme huyum olmadığından sanki hastaneye değil de Antalya'ya tatile gitmişim gibi yerleşiyorduk odaya. İtiraf ediyorum biz ailece çok abartmıştık! Allahtan hastanelerde "özel oda" kavramı vardı da başka insanları rahatsız etmeden yerleşebildik.



Ameliyat öncesi rutin testler yapılıyordu bir yandan. Her şey yolunda gözüküyordu. Oldukça meşgul olmasına rağmen sevgili doktorum Halil bey bu süreçte beni hiç yalnız bırakmadı diyebilirim. Ne zaman biraz gerginleşsem artık hissediyor muydu yoksa tesadüf müydü bilemiyorum ama şak diye odanın kapısında o muhteşem güleryüzüyle beliriyordu. Pazartesi günü bana tembihlenen en önemli şey artık şu saatten sonra katı bir yiyecek yememem gerektiği idi. [ Buna ameliyattan önce benden başka uyan yokmuş, ben uymuştum ve içim gayet rahattı. Lütfen size söylenen zamandan itibaren ASLA katı bir şey yiyip içmeyin. Ufak bir kaçamak dahi ameliyatınız ve daha önemlisi hayatınızı tehlikeye atabilir zira mide-bağırsak ameliyatı oluyorsunuz. Çıldırmayın :)] Dolayısıyla aralarda sürekli çorba ve ayran içiyordum.

Pazartesinden Salı gecesine kadar zaman geçmek bilmedi. Ailemle her yapılan son testte dokuz doğurduk. Ameliyat sabahına kadar hep ayaklarım sorun çıkaracak diye korktum ne yalan söyleyeyim. Nihayet Salı günü olduğunda doktorum bu işi de ele almış ve ayaklarıma ultrason çektirmişti. O an stressle dolup taşsam da çıkan sonuç -ameliyata engel değildir- olunca ailecek gözyaşları içinde sarıldık birbirimize. Benimle birlikte her adımda onlar da rahatladı, derin bir oh çekti.

Nihayet Salı akşamı olmuştu. Ameliyat için gerekli olan emboli çoraplarımı giymiş, triflomu başucuma koymuş sanki hiç heyecanlanmıyormuş gibi yapmaya çalışıyordum. Sayfalarca kağıt imzalamış, yüzlerce kişiyle konuşmuş, artık zamanın geçmesini bekliyordum. Tam bu sırada -yine adeta hissetmiş gibi- sevgili doktorum geldi odaya ve sanıyorum ameliyattan önce son konuşmamızı yaptık. O'nun pırıl pırıl pozitif enerjisinden sonra zaten kötü şeyler düşünmem olanaksızdı ve düşünmedim de.



Ameliyat Sabahı

Ameliyat sabahı sabah 06:00'da yatakta dikilmiştim. Heyecan değil ama garip bir boşluk hissediyordum. Aşağı inip hava almak istedim. Annem kalktığımı hissetti sanırım, şak diye gözlerini açtı hemen. Aşağıya indik annemle. Gün yavaş yavaş doğuyordu. Son -hasta- nefeslerimi alıyordum. Sürekli aklımda şu vardı : Bana bir şey olursa - ki olmayacağını hissediyordum kimse kendini sorumlu ya da suçlu hissetmesin.. Bunu ameliyat sabahı anneme ya da doktoruma söylemem pratikte can acıtırdı ama anneme söyledim. Ne doktorumu ne de annemi gereksiz ruhsal bir yükle ardımda bırakmak niyetinde değildim.



Yukarı çıktık ve ameliyat saatini beklemeye başladık. Saat 8:00 diye planlanmıştı ameliyatım. Saat 7:30 sularında ameliyat için giyeceğim önlük ve bone geldi. Beni taşıyacak sedye de kapıya parketti. Havada oluşan melankoli zerreciklerini neredeyse görebiliyordum. Biri duygusal bir konuşma yapsa hepimiz hüngür hüngür ağlayacaktık. Saat gelene kadar uyumaya karar verdim. Aslında sadece gözlerimi kapatmış hayatımı düşünüyordum, sevdiklerimi. Bu zamana kadar benim yüzümden, hastalıklarım yüzünden yaşadıklarını. Geçecek diyordum, bugün bittiğinde hepsi geçecek....[Kısa bir ağlama molası yine]

Nihayet vakit geldi. O abuk subuk önlüğümsü şeyle sedyeye binmeye çalışmak gerçekten zordu ve giderayak kahkaha krizlerine girmeme sebep oldu. Annem sedye asansörüne kadar yanımda geldi. Kendimi zor tutuyordum. Bir adım daha atsa ağlayacaktım. Anneme o saniyeye kadar "Hakkını helal et." diyememiştim, o saniye ağzımdan döküldü. "Hakkını helal et annecim, seni seviyorum!" Annem elimi tuttu ve "Helal olsun, ben de seni seviyorum kuzum." dedi. Adeta türk filmlerindeki gibi bir sahneydi ve sedyeyi götüren arkadaşın bile gözleri doldu...

Asansörde kendimi toparlamaya çalışıyordum zira doktorumun son görmesini istediğim şey zırl zırıl ağlayan bir Başak'tı. Netekim toparlandım da. Ameliyathane katına geldiğimizde beni başka biri devraldı ve bekleme alanı gibi bir yere parketti (sedyeyi durdurma fiili nedir bilemiyorum, o yüzden parketti uygun geldi) Biraz ötemde yaşlı bir amca vardı fıtık ameliyatına girecek, onunla biraz sohbet ettikten sonra zaman geldi ve ameliyathaneye geçtik.

Şimdi biraz manyak olduğumu düşüneceksiniz ama ben oldum bittim ameliyathaneleri severdim. Uzay gemisi gibilerdi, hep ilgimi çekerdi. Geceleri boş vaktim olduğunda ameliyat izlerdim hep. (Böyle kadın olmaz olsun dediğinizi duyar gibiyim

Kendi olacağım ameliyatı defalarca seyretmiştim ameliyata girmeden. Hatta kullanılacak aletleri bile internetten  incelemiştim. Dolayısıyla etraftaki ıvır zıvıra yabancı değildim. Ameliyat masasına geçtim, bir yandan da anestezi uzmanıyla sohbet ediyorduk. Gerçekten çok soğuktu, o kadar soğukta titremeden iğne yapmak bile büyük başarıyken koskoca ameliyatlar yapılıyordu. Sektöre saygım bir kez daha arttı.

Sonunda anesteziyi alacağım ana gelmiştik. Bana uzak gelen ama aslında yakın bir mesafeden (ameliyathane ortamı) doktorumu gördüm. Artık gönül rahatlığyla kendimi bırakabilirdim. Kendime iyi uçuşlar diledim. 5-4-3...1'i sayamadan narkoz çayırlarında hopluyordum bile :)

Başaaak,başaaak,başaaak,başaaak...İçimden cevap vermeye çalışıyordum, Gayet de "efendim" dediğimi sanıyordum ama muhtemelen "neeöööee" gibi bir ses çıkardım. Yarım yamalak bozuk bir algıyla başımda dikilen yemyeşil bir adam hatırlıyorum. Koluma dokunuyor, tanıyamadığım için tepki veremiyorum. "Iaaaayöf" gibi sesler çıkarıyorum. Aslında demek istediğim "bitti mi?" idi.

"Ben Halil Coşkun" diyor yeşil kıyafetli adam. Ne alakası varsa o anda "Yırttık abicim yırttık!" repliği geliyor aklıma. "Geçti,bitti. İyisin." diyor doktorum. O an mantıklı ve güzel çok şey söylemek istiyorum ama iki kelimeyi bir araya getiremiyor beynim. Ağzımdan ne çıktı farkında değilim, sadece bakışlarımla teşekkür ediyorum. Halil bey anlar diyorum, o anlar... (Tabi teşekkür eden bakışlarla baktığımı sanıp narkozun etkisiyle muhtemelen yavru dana gibi bakıyordum o an, olsun :)

Odaya çıkışımı ve ilk saatleri hiç anımsamıyorum. İlk uyandığımda annem ve kuzenim başımda, oda kalabalık. Çok fazla gürültü var. Uyumak istiyorum demeye kalmadan tekrar uyuyorum. Acıdan ziyade hissettiğim şey uyku. Kaç sefer böyle uyanıp uyandım hatırlamıyorum. Ara sıra biri tansiyonuma, şekerime bakıyor. Ara sıra doktorumu görüyorum, ara sıra annemi ve kuzenimi. Bazen babamı. O gördüklerim gerçek mi değil mi onu bile ayıramıyorum. Tepemde bir sürü şey asılı, burnumdan ve karnımdan bir hortum çıkıyor. [Nazogastric hortum ve dren]. Galiba altımda da bir hortum var ama ne olduğunu kestirecek durumda değilim. Tek isteğim uyumak.



Ameliyatım 2,5 saat sürmüş.[Uyandırma, odaya gelme derken 4,5 -5 saat elbette] Biz daha uzun olacağını sanıyorduk. Her türlü uzama ihtimaline ve lap. ameliyatın açığa dönme ihtimaline hazırlıklıydık. Yine de çabuk çıkmam herkesi sevindirmişti. Ameliyatta olduğum süre boyunca sözlükten ve diğer sosyal medya mecralarından sayamayacağım kadar çok telefon, mesaj gelmişti. Bazı arkadaşlarım ve hatta yüzünü bile görmemiş olduğum bazı dinleyicilerim ziyaretime geldi. (gelmiş). Bu benim ve ailem için büyük lütuftu. Belki de insanlara iyi görünebilmek için, üzmemek için ameliyatımın akşamı hemen ayağa kalkmak istedim. Sırtımın ağrısı ve ameliyat kesileri dışında ne ağrım ne de acım vardı ama kimse bana inanmıyordu.

Nihayet akşam  Halil bey bir kez daha durmumu kontrol etmek için geldi. Gayet iyiydim ama yürümek istiyordum. "Kalkmak istiyorum hocam." dedim. "Bu gece yat bakalım, yarın sabahtan itibaren kalkabilirsin. İstemediğin kadar yürüteceğiz seni." dedi. Tamam bir gece yatmaya dayanabilirdim. Söz dinledim.

Ertesi sabah vizitten önce yine sevgili doktorum kontrole geldi ve yürüyebileceğim müjdesini verdi. Sırt ağrım dışında kesiklerim de çok acımıyordu. Annemin ve aile dostumuz Kadriye ablamın kollarında ayağa kalktım. Odadan çıktık, biraz yürüdük. Vizite gelen doktorlar şaşırmışlardı. Normalde hastalar yürümeye pek gönüllü olmuyormuş, ben kendimi atmıştım resmen yataktan. Yürümenin bu ameliyat sonrasında ne kadar önemli olduğunu biliyordum, sanıyorum o bilinçaltıma kazınmış.

Ameliyattan sonra en çok yaptığım şeyler koridorda yürümek, triflo üflemek, uyumak ve internette takılmak oldu. Çok büyük yorgunluk, bulantı, kusma hissi ve baş dönmesi hissetmedim. Tek sorunum sırtıma ve köprücük kemiğim civarlarına saplanan sabit gaz sancısıydı. Bu da ameliyatta karbondioksit verdikleri için normaldi. Yaşanması beklenen ve makul sorunları dahi yaşamadım. Bunun ameliyata çok motive olmamla ve metabolizmamla ilgisi olabilir, bilemiyorum. Belki de sadece şanslıydım. Her halükarda kolay bir iyileşme süreci geçiriyordum.

Ameliyattan hemen sonra diyabet için aldığım insülinler kesilmiş, bir gün sonra da şeker hikayem tarihe karışmış, şekerim regüle olmuştu. Ameliyatımın sanıyorum ilk hediyesi buydu. Diyabeti yendik! Evet inanılmaz görünüyor ama oldu!

Ameliyattan hemen sonraki süreçte beni en çok zorlayan susuzluk oldu. Serum aldığım halde su için öldüm bittim diyebilirim. Halil bey dahil odaya giren herkese Cuma sabahına kadar "Su istiyorum lütfeeeeeeeeeeeğn" diye yalvardım. Cuma sabahı nihayet sevgili doktorum ya halime acıdı, ya da benden yıldı bilemiyorum, "Yarın kaçak testinden sonra su içebilirsin." dedi. Dünyalar benim olmuştu. Bir gün sabredebilirdim, evet. 

Cuma günü aynı zamanda Halil bey Nazogastric hortumumu da çıkardı. "İçim gıcıklanıyor hocam." dedim. "Bu niye hala burada" dedi ve vıjt vıjt vıjt üç hamlede çıkarttı hortumu. Ben o şeyi boğazıma kadar sanıyordum, meğerse mideme iniyormuş!  İçim gıcıklanıyor tam da uygun kelimeymiş yani :) Bu arada hortum çekilirken canınız yanmıyor, 10 saniye bile sürmüyor, içiniz gıcıklanıyor, o kadar. Sanki içinize kocaman bir olta atmışlar da onu topluyorlarmış gibi. Sakın korkmayın ve hareket etmeyin işle sırasında. Altı üstü 10 saniye :) 
Ertesi gün sabahın seherinde kaçak testi için beklemeye başladım. Metilen mavisi ilave edilmiş suyu içecektim. Kaçak varsa drenden çıkacaktı. Tabii ki kaçağım yoktu anca bu yine benim hissettiğim ancak tıbbi bir ispat taşımayan şeydi. Metilen mavili suyu (tadı gerçekten çok iğrenç) içtim. İçsel olarak tahmin ettiğim üzere kaçağım yoktu. Gün benim günümdü. Hem kaçağım yoktu, hem de su içebilecektim. Çok küçük yudumlarla ufak bir bardak su içtim ağlaya ağlaya, şükrederek. 

 Normalde çoğu zaman otomatik olarak yaptığımız şeylerin ne kadar değerli olduğunu bir kez daha anladım. Cumartesi günü iyice hareketlenmiş, odada duramaz olmuştum. Şansıma hava çok çok soğuktu ve bahçeye çıkamadık, kantinde açık bir çay içip tekrar odamıza döndük. Açık çay içmek bile bünyemde devrim etkisi yaptı. O kadar güzeldi ki! 

Pazar sabahı ikinci kaçak testi için içinde ne olduğunu bilmediğim bir suyu (tadı metilenden daha iğrençti) içtim ve röntgen çekildi. Daha ufak kaçak var mı emin olmak için yapılan bu işlemden de sapasağlam çıkmıştım. Çok şükürdü, bin şükürdü! Pazar gününün diğer kısmı pazartesiyi bekleyerek, gaz sancıları çekerek ve her pazar yaptığım yayınımı yapamadığım için ağlayarak geçirdim. Bu zamana kadar yayınlarımı aksatmamıştım. Bu bir disiplin işiydi ve ben hastane yatağında buna ağlıyordum! (bkz: işkolik bir başak burcu kadını olmak)

Nihayet beklenen gün gelmiş, yedi günlük hastane misafirliğimin sonuna gelmiştim. Pazartesi sabahı drenim çıkarıldı. Bu da can acıtmayan bir işlemdi. Zaten 10 saniye sürüyordu. Nefesinizi tutmanız yeterli oluyordu.

Yapacaklarım, yapmamam gerekenler son kez anlatılmış ve sıra vedalaşmaya gelmişti. Hastaneden çıkarken benim kadar geniş gülümseyen var mıydı bilemiyorum ama yeni hayatıma, diyabetsiz, nld'siz, dertsiz tasasız hayatıma attığım adımın keyfi hem benim, hem de sevgili doktorumun yüzüne yansımıştı...

Artık yeni hayatımın, yeni doğumumun tadını çıkarmaktaydı sıra,
Yeni hayatım beni bekliyordu! :)