5 Temmuz 2011 Salı

Umutsuz insan, çoktan ölmüştür! [N.L.D][+18]

 Uyarı: Okuyacaklarınız çok acılı, bir o kadar da gerçek. Lütfen içiniz kaldırmıyorsa, kendinizi güçlü hissetmiyorsanız, sizi kötü etkileyeceğini düşünüyorsanız okumayın. Amacım kimseyi üzmek değil, hiç olmadı. Burada okuyacaklarınız ailemin ve belki bir kaç arkadaşımın şahit olduğu gerçeklerdir. Bu kadar açık yazmamın sebebi ise bir kişi olsun varsa aynı şeyi yaşayan, bilsin, hayat devam ediyor ve herkesin bir mutlu sonu var. Mutlu sonlara inanın, lütfen...

Hayatım boyunca umudu kaybettiğim, bir çıkış noktası göremediğim anlar nadirdir. Bir konuda hiç umut göremiyorsam eğer, kendimi yanlış yere doğru baktığıma ikna ederim fakat...

O yıllar için bunu söylemek de, yaşamak da, umutlu olmak da zordu. Egzema teşhisiyle rahatlayan ben ve annem ilaçları, merhemleri kullanarak düzeleceğime gayet tabii ki sonsuz inanıyorduk. Günler geçiyor, bacağımda bir düzelme olmuyordu. Çok kafaya da takmıyordum zira sezon sonuydu, annem anneannemle beraber İzmir'deydi ve ben çok yoğun çalışıyordum.

Bir sabah yine oyuna gitmek için uyandığımda kendimde bir tuhaflık sezdim. Ayağımı gördüğüm an yataktan yarım metre zıpladım desem yalan olmaz. Sağ ayağımda dizimin altındaki o korkunç morluk bir gecede üzeri kocaman kabuk kaplı mosmor bir yaraya dönüşmüştü. Bizim sektörü bilenler için açıklama yapmaya gerek yok lakin bilmeyenler için söyleyeyim, bizim sektörde eğer ölmediyseniz, oyuna çıkarsınız zira oyuncunun oyuna çıkmaması gibi bir durum söz konusu değildir. Bugün işe gitmesem lüksü yoktur (hele ki küçük tiyatrolarda).

Sabahın köründe bandaj gibi bir şey bulup sarıp işe gittim, akşam eve gelip duş alıp egzama merhemlerini sürüyor ve tekrar başka bir bandajla ayağımı kapatıyordum. Geçen üç günün sonunda nihayet bir saat kadar bir boşluk bulup özel bir tıp merkezinin Dermatoloji doktoruna göründüm.

Adamın ayağıma dehşetle bakıp "Kızım bu bizim işimiz değil, ben bunu tedavi edemem ama bu kesinlikle egzama değil. Bir üniversite hastanesine görünmelisin." dediğini hatırlıyorum. Artık hem egzema olmadığına emin, hem de dehşet içinde sezonun bitmesine gün sayıyordum. Son iki gündü ve ben de atlayıp İzmir'e gidecektim, orada bir üniversite hastanesine gitmekti amacım. Son iki gündü ve ben çektiğim acıya rağmen sahnedeydim. Şükürler olsun sezon bitti ve soluğu İzmir'de aldım.

Annem ve anneannem vaziyeti görünce gecikmeden acilden hastaneye gitmemizin gerektiğini söylediler. Durumum o kadar kötüydü ki ayağımın ağrısından başımı kaldırıp gözyaşlarımı silemiyordum. "x" hastanesinin acil salonunda görevliyle annem tartışıyordu, durum çok acil diye bağırıyordu. Görevli inatla Dermatoloji'nin acili olmadığını söylüyordu. Son gücümle ağlayarak ayağa kalktım ve adama ayağımı gösterdim. 10 dakika içinde Dermatoloji'deki tüm doktorlar etrafımda bir uzaylıyı inceler gibi bana bakıyorlardı. Demek bu kadar kötüydüm...

Vakit kaybetmeden beni hastaneye yatırdılar, başıma doluşan doktorlar sürekli ya benim şişmanlığımdan ya da ayağımdan, ya da anlamadığım bir şeylerden bahsediyorlardı. O kadar korkmuştum ki...[Şimdi benim için bunları yazmak o kadar zor ki, ağlamak için ara vermek zorundayım]

Bir tarafıma serum, bir tarafıma adını daha önce hiç duymadığım bir makineye bağlı bir sıvı taktılar. Ne sorsam sürekli "komadasın" yanıtını alıyordum ama komada değildim! Bahsettikleri komanın "yüksek şeker koması [hiperglisemi] olduğunu bilemezdim tabii. Yarım saatte bir birisi başıma geliyor ve parmağımdan kan alıyor, tansiyonumu ölçüyor ve bir takım rakamlar yazıp gidiyordu. O gün bir şey anlayamadan geçti gitti.

Nihayet ertesi gün vizitte benimle ilgili birbirlerine açıklama yaparlarken neyim olduğunu öğrendim. Tip 1 diyabet teşhisi koymuşardı ama peki ya ayağım? Bana hiç açıklama yapmadan gidiyorlardı ki aralarından bir doktor "Vaka obez" dedi. Nasıl yataktan doğruldum ve nasıl sesimi yükselttim bilemiyorum.

"Vaka değilim ben, insanım! Bana bir açıklama yapmak zorundasınız!" Bütün doktorlar bana dönmüştü. Nihayet bana diyabetimle ilgili biraz bilgi verdiler. Eminim hastane loglarıma "Hasta asabi." de yazılmıştır zira öğleden sonra psikiyatriden bir hanım konsültasyona geldi. O gün bugündür hastası hakkında "vaka" diyen doktorlardan hep bucak bucak kaçtım. Siz evet, akademik sunumlarda,makalelerde hastane kayıtlarında vaka, olgu vs olabilirsiniz ama sizinle muhattap olan hekim yüzünüze bakıp Vaka dememeli. Siz bir insansınız, bireysiniz. İnsan gibi davranılmayı hakediyorsunuz.

Nihayet o gün öğleden sonra ayağım için bir şeyler yapıldı. Ufak bir örnek alınacak sanan ben gayet rahatken ayağımdan (yaranın üstünden) yarım cm lik yuvarlak bir parça aldılar. Kesin sonucu patoloji sonrası söyleceklerini de eklediler. Ben patoloji sonucu beklerken isteğim, arzum ya da iznim olmadan insülin'e bağlanmıştım bile. İnsülinin ne demek olduğunu bilmeden hem de!

Patoloji sonucu gelene kadar pansuman yapacağız dediler. Pansuman kavramı hakkında pek haberim olmayarak rahatça tamam dedim. Ertesi sabah vizit sonrası beni pansumana götürdüler. 10 adıma 10 adım kadar ufacık penceresiz bir odada ayağımı sargısından açtı doktor. Serumla ayağımı temizledikten sonra eline bir bisturi aldı. Geriye doğru zıplayınca "Bundan başka iyileşme şansın yok, istersen bağır, çağır, küfret, canın yanacak.Uyuşturursak ne kadar kestiğimizi hissedemezsin." dedi. Kesmek??? Canın yanacak kavramından anladığım şey kesinlikle bu değildi. Çıkardığı bisturi ile ayağımdaki yarayı kazımaya başladı. Öyle çığlıklar atıyordum ki birileri annemi alıp iki kat yukarı çıkarmak zorunda kalmış, tüm servisin kapılarını da kapatmıştı, duyulmasın diye. İlk pansumanım yaklaşık bir saat sürdü. Şimdi bana rahatça ameliyat izliyorum diye deli muamelesi yapan arkadaşlarım var, ben kendi kesilişimi her gün izlemiştim. Hiç uyuşturulmadan, kendi etinin sesini duyarak...

O zamanlar henüz dj. değildim. Acıyla baş etmenin yolunu kendimce bulmuştum. Doktor eline bisturiyi aldığı an şarkı söylemeye başlıyordum. Her gün farklı bir şarkı söylüyordum bağıra bağıra. Kendimce acıyla savaşmanın yolu buydu. O satten sonra da hayatım boyunca şarkılar yanımda olacaktı, her savaşımda...

Hastaneye yatalı 10 gün geçmişti. Patoloji sonucunu ve tedavi sürecini deli gibi merak ediyordum. Hastaneye ve "acıyla imtihan" a alışmıştım. İnsan böyle bir şeye nasıl alışır demeyin, insan denen varlık aklınıza gelebilecek her acıya adapte oluyor. Patoloji sonucu geldiğinde heyecandan ölecek gibiydim. Sonuç: Necrobiosis Lipoidica! Ne? Nedir? Nasıldır hiç bir fikrim yoktu. Nihayet ertesi gün vizitinde 10.000.000 (on milyon) kişide bir görülen bir cilt hastalığı olduğunu, yabancı kaynaklarda "cell cancer/cell tumor" şeklinde geçtiğini, diyabetin komplikasyonu olmadığını ama diyabetin tetiklediğini, daha çok kadınlarda görüldüğünü öğrendim hocalardan.

Vay be! Kimine loto vuruyordu, bana da kaderin lotosu buydu demek. Peki neden oluyordu bu? Genetik değil, yeme içme değil, diyabet değil? E peki nedir? Hocaların cevabı : Bilmiyoruz. Gayya kuyusu gibi bir hastalıktı işte. Yara açılmasına egzama merhemleri sebep olmuş olabilirdi, güneş olabilirdi, kedi köpek tüyü olabilirdi, su olabilirdi. Gayet fiyakalı ismi olan bir bilinmezlikti N.L.D. Benim için daha önemli kısmı açıkçası o an nasıl geçeceğiydi. Doktorların cevabı ise gayet netti: Bilmiyoruz, deneyeceğiz. Çok güzel, demek deneyeceklerdi. Başka çarem yoktu. Her şeye tamam dedim. Her sabah 45 dakika-1 saat arası canlı canlı kesilmeye, ışık, lazer tedavisi, deneysel merhemler, türlü çeşit işlemler...

"x" hastanesinde 20.günümde pansuman yapan doktora pansumanımı kendim yapmak istediğimi söyledim. Madem biri beni kesecekti, bu ben olmalıydım. İzin verdiler ve her sabah 45 dakika kendi bistürimi kendim tutup, kendi canımı yakıyordum artık. Hatta pansumanı ve diğer işlemleri o kadar iyi yapmaya başlamıştım ki artık öğlen tatillerinde katı bana emanet edip gidiyorlardı. "Bir şey olursa ararsın" diyerek. Açıkçası dermatoloji hakkında bu kadar ıvır zıvırı ve temel bilgiyi orada öğrendim diyebilirim.

Artık öyle bir hale gelmiştim ki, hemşirelerle fal kapatıyor, konsültasyona gelen doktorlarla batak atıyordum. Uzun süreli yatan hastalar için hastanelerde pek çok şey yasak değildir biliyor musunuz bilmem. Biraz kafayı kırma olasılığınız yüksek olduğundan, biraz da evde gibi hissetmenizi sağlamak için. Çok canım çektiği için un helvası yapıp (diyabetik hastaya) getiren doktorlarım bile oldu orada.

"x" hastanesinde böyle böyle tam 63 gün geçirdim. 63 günün sonunda artık daha fazla bir şey yapılamayacağını söyleyerek ayağımda hala bir yarayla "salah ile taburcu" edildim. Halbuki ben salah içinde değildim ve onlar da ben de bunu biliyorduk! Salah içinde taburcu edildi yazıyordu son raporumda, içim burkuluyordu...

Artık hastanede olmadığım halde belki işe yarar diye pansumanıma devam ediyor, yarayı da "roll por" denen bantların(yara pedi) 18 cm ya da 20 cm olanlarıyla kapatıyordum. Sadece banyoda açıyor ve o kadar acıya da göz yumuyordum. Hayat böyleydi ve böyle yaşamaya alışmalıydım. Yeni bir sezon başlıyordu ve işe dönmeliydim.

İstanbul'a, işime, evime döndüm. Artık diyabetim vardı, alışmaya çalışıyordum. Artık günde dört kere insülin alıyor, her gün pansuman yapıyor, ayağım bantlı dolaşıyordum. Nasılsa bundan beter bir acı çekemem diye düşünüyordum o zamanlar.

Halbuki ne çok yanılmıştım hayatta. Bu da onlardan biriydi. Acıdan büyük acı vardı ve ben henüz yarısını bile görmemiştim...