Hep iyileşeceğime inandım ben, en kötü anda bile. Neden bilmiyorum. Yaşadığım onca şeyden sonra bile içimde bir gün mutlaka "normal" bir insana dönüşeceğime dair inanç vardı. Bu inanç sağlıyordu sanırım devam etmemi, ta ki durana kadar...
İstanbul'a dönmüş olmak bile iyi gelmişti bana. Bir Ankara'lı olarak sonradan keşfettiğim İstanbul'un aşığı oldum ben. Hiçbir yerde bu kadar rahat nefes alamadım, bu kadar sevemedim hiçbir yeri. Sezonumuz açılmış ve işe dönmüştüm. İnsülin ve pansumanlar devam ediyor kesip biçme kısmına da her gün daha fazla alışıyordum.
Pansuman için kullandığım malzemeleri malesef sigorta ödemiyordu ve -bugünün şartlarında bile- çok pahalılardı. Annemle elele yetiştirmeye çalışıyorduk ama zordu. O dönem epeyce borçlanmak durumunda kaldık. Patronum (hala da patronum kendisi ) hayatta tanışıp tanışabileceğiniz en zor ama bir o kadar da iyi kalpli adamdı. Bana hem mesleki olarak, hem maddi, hem manevi inanılmaz hakkı geçmiş bir insan oldu hep. Başka bir insan bu kadar hastalık ve ıvır zıvırı olan oyuncuyu çoktan kapının önüne koymuştu. Nitekim başka dönemlerde başvurduğum çok önemli bir özel tiyatro ve çok meşhur bir oyuncu beni "şeker hastası" olmam sebebiyle hakaretlere boğmuştu.Sözlükte yazmıştım bununla ilgili.Hayatım boyunca sağlığı ile övünen insanları garip buldum, sağlık öyle bir mevzudur ki; kibiriyle etrafta dolaştığınız an adeta Tanrı sizi duyar ve bunu tersine çevirir.
İkinci sezonun ortalarında sabahları çok yorgun uyanmaya başladım. Diyabetin potansiyeline bağlıyordum bunu. Derken hafiften ağrılar başladı ayaklarımda. Önceleri iş yoğunluğuna bağlıyor geçiştirmeye çalışıyordum. Daha sonra geçiştirilmeye izin vermeyen ağrılar başladı. Önceleri ağrıyı hisseder hissetmez hemen bir apranax alıyordum. Bıçak gibi kesiliyordu ağrı. Çok ayakta durmaktan olduğunu düşünüyordum çünkü başrol oynuyordum ve sürekli sahnedeydim.
Ağrıların ikinci safhasında yaraların alanının genişlediğini farkettim. İki ayağımda da dizimin altından bileğe kadar olan bölgede genişlemeye başlamışlardı. Necrobiosis Lipoidica genişliyor, bir canavar gibi büyüyordu. Ayakta olmak iyi gelmiyordu bana kesin. Ya da ben öyle sanıyordum. Gün geçtikçe ağrılar daha çok canımı yakmaya ve aldığım apranax sayısı ikiye çıkmaya başladı. Sabahları kuliste bir tane, öğlenleri kuliste bir tane daha derken akşamları da apranax almaya başladım. Ağrıları ve yaraların büyümesini bu kadar görmezden gelmem çok büyük bir hataydı ama tekrar hastaneye yatacak ne maddi ne de manevi gücüm vardı. Gün geçtikçe daha da batıyordum üstelik.
İkinci sezonun sonlarına doğru sağ ayağımda uyuşmalar başladı. Uyuşma -özellikle de - ayak ve ellerdeyse hiç iyi bir işaret değildir. [venöz yetmezlik] İçten içe çok korkuyordum. Pansumanlarda çektiğim acı o kadar artmıştı ki sürekli ağlar olmuştum. Yaralar çok hızla genişliyor ve derinlikleri artıyordu. Bir şeyler yapmam gerekiyordu ama ne olduğunu bilemiyordum. Beni iyileştirecek birini bulmalıydım. İnternetten de sürekli araştırıyordum bu hastalığı ama sağlam bir sonuç görünmüyordu.
Sezon sonuna kadar dayandım yine. Dayandım ama ne yapacağımı, kime gideceğimi bilemiyordum. Banyo yapmak en büyük kabusumdu artık. Banyo yaparken açık olan yaralar cayır cayır yanıyor banyodan sonra da saatlerce ağrıyordu. Bu sıralarda bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriyle tanıştım. Ayaklarımdan tuhaf bir koku geliyordu. Korktuğum, görmezden geldiği şey başıma gelmişti, canlı canlı çürüyordum ben!
Acilen bir şey yapmam gerekiyordu. Annem, eş dost hep beraber doktor aramaya başladık. Özellikle İstanbul'daki özel-üniversite vs tüm hastanelere mail attık. Kurduğu devasa dermatoloji ünitesiyle bir özel hastaneye çok güveniyordum, saatlerce pc başında mail bekledim. Bir hafta sonra mailime, "Ne yazık ki sizi tedavi edemeyiz. Tedaviniz Türkiye sınırları içinde mümkün değildir." diye bir mail geldi. Sanki yurtdışında mümkünmüş gibi! Oraya o kadar güveniyordum ki sanırım dark side'a geçişim o an oldu.
Annemi çağırdım ve maili gösterdim. Sinirle banyoya girdim, ne kokuya, ne yaralara tahammülüm kalmamıştı. Enfeksiyon kaptığımı biliyordum ama artık çareler tükenmişti. Kendimi o kadar çözümsüz, o kadar çaresiz hissediyordum ki...Ağlaya ağlaya yıkanmaya başladım, bu benim baştan ayağa yapabildiğim son banyo olacaktı.
Hayatım boyunca Tanrı'yla aram iyi oldu benim. Hep inandım, hep güvendim. İman o kadar hassas, gergin bir dengedir ki, iman edebilmek için Tanrı'ya inanıyor olmanız yetmez. Bir çok insan Tanrı'ya inanır ama güvenmezler. Ben güvenen ve seven kısımdaydım. O son banyoda "Allah beni sevmiyor!" dedim kendi kendime, "Sürekli neden ben, neden ben" diyordum. Ve o banyodan çıkamadım...Nasıl bir çığlık attıysam annem içeri daldı, acıdan adım atamıyordum. Annem beni yatağa kadar taşıdı, ayaklarımı gördü. Pansumanları yalnız yaptığım için görmemişti ve ağlamaya başladı. "Bir çaresini bulacağız kızım, Allah bizimle, melekleri bizimle" dedi. "Anne" diye ağladım, "ALLAH NEREDE? MELEKLERİ NEREDE? Beni bırakıp gittiler!" diye bağırdım. [Ağlamaktan yazamadım daha fazla]
Annem bana bir sakinleştirici ve apranax içirdi ve uyudum. Bana sonsuz gibi gelen bir süre için.
Bu benim ilk isyan edişimdi. Şimdiye kadar da tek oldu. Yaradılmış bir insana bu kadar acı çektirilmesinin mantığını bulamıyordum. Sevgi böyle değildi, kimse çaresiz kalmamalıydı, kimse...
Ertesi gün annemin bir tanıdığı bir hocanın ismiyle geldi bize. Kolsuz Agop diye bilinen hocanın öğrencisi Prof.Dr.Cem MAT. Hocanın randevuları aylarca doluydu ancak araya tanıdıklar sokarak hemen ertesi güne randevu aldık.
Son umudum Cem hocaydı, o da beni geri çevirseydi çok süslü bir cenaze törenim olacaktı...