Tiyatro, yani sahne "işte ben burada olmalıyım." dediğim tek şey ve kendimi evimde hissettiğim tek yerdi. O kadar mutluydum ki çalışırken, bir klişe vardır ya; hem sevdiğim işi yapıyor, hem üstüne para alıyordum. Tiyatro hayatım; ilk yılı 50 civarında oyuncusu olan, benim için bir eğitim sürecini başlatan güzel bir yerdi. Tek bir sorun vardı ki, ben herkesten şişmandım. Oyunlarda - danslarda nefes nefese kalıyor, oyun aralarında bulduğum her yerde uyuyakalıyordum. Benim olduğum yerde konuşulmuyordu ama ben yokken kilomun muhabbetinin yapıldığını biliyordum. Ekibim oyun aralarında uyuklamamdan şikayetçiydi ancak ben bunun henüz kiloyla bağlantısını kuramıyordum.
Bu esnada çok büyük geyiktir ama doğrudur, her pazartesi diyete başlıyor, salı günü pastanenin önünden geçerken sıcacık açmaları görünce niyeti bozuyordum. Salı gecesini geçirsem çarşamba günü kuliste börek şenliği oluyordu. Ne irademe, ne kendime hükmedecek halim kalmıştı. Bu arada ekipçe en büyük zevkimiz oyun arasında olsun, kulis zamanında olsun cola içmekti. Günde 2 adet 2,5 lt. kola içiyorduk. Bir de buna benim evde içtiklerim ekleniyordu. Utanmasam eve cola sebili yaptıracaktım. Bu pazartesi rejimleri yüzünden çok fena ti'ye alınıyordum ama yapacak bir şey yoktu. Belli ki zayıf iradeliydim. Teslim oldum.
Başladığım ilk tiyatroda iki sezon geçirdim ve oradan ayrılan arkadaşlarımın kurduğu yeni ve nispeten daha küçük bir tiyatroya geçtim. (Bir nevi transfer). Ekip arkadaşlarımdan ayrılmadığım için sorun yaşamadım ancak bu kulis uyuyakalmaları artık herkesin dilindeydi ve feci alay konusuydu. Tabi ben hala sebebini bilmiyordum. İki sezon da ikinci tiyatromda geçirdim.
O yaz sezon bitimine yakın sağ ayağımda bir pembelik farkettim. O sıralar sevgili Ülker Köksal'ın Şaka adlı oyununu oynuyorduk ve ben perde kapanırken finalde bayılıyordum. Kendi kendime dedim ki "Herhalde sert düşürüyorum kendimi." Günler geçiyor, günler geçtikçe ayağımdaki pembelik yerini morluğa bırakıyordu. "Ne biçim düşüyorum ben, mosmor oldu ayağım." diyordum da hala bir şeyden şüphelenmiyordum.
Sezon bitmişti fakat ayağımdaki morluk hala geçmiyordu. Derken o yaz dedemi (annemin babasını) cilt kanserinden kaybettik. Allah rahmet eylesin. Çok, çok üzüldüm. Üzülmekle beraber annemin de benim de birbirimize çaktırmadan düşündüğü ilk şey "Acaba bu morluk da kanser mi?" oldu. Uykularım kaçmaya başlamadan bir doktora görünmek iyi olacaktı.
Hemen ertesi gün eve yakın olduğu için "x" hastanesinin Dermatoloji bölümüne gittik. Doktor bey bakar bakmaz "Egzama" teşhisi koydu, hatta ekledi "Bir şeye çok üzülmüşsün kızım." . Dedemi yeni kaybettiğim için buna yorduk ve ne yalan söyleyeyim annem de ben de birbirimize çaktırmadan derin bir oh çektik. Doktorumuz egzama için bir reçete yazdı. Mutlu mesut evimizin yolunu tuttuk.
Yanlış, yapyanlış bir teşhis olacağı ve kullanacağım ilaçların bana ne kadar zarar verebileceğini hiç düşünmemiştik...