*Şişman insanlara iyi davranın, bir gün hayatınızı kurtarabilirler.
Küçük çocukların bazen ne kadar zalim olabildiğini farketmişsinizdir. Aslında bu çocukların "politically correct" davranmayı bilmemesinden, yani düşündüğünü cart diye söylemesinden ileri gelir. Büyüdükçe yalanlara, adına kibarlık dediğimiz "insan ilişkileri"ne ve maskelere alışırız. Çocukken bunlar yoktur.
Benim için ise çocukken aman aman yaşamadığım zalimlik Üniversite hayatında, sosyal çevremde başgösterdi. İstanbul Üniversitesi'ne, İstanbul'a, yeni evimize, yeni arkadaşlara zor alışmıştım. İstanbul gözümü korkuttuğu kadar da cezbetti beni. Yeni bir çevre edinmem zor olmadı ama bu çevre çok enteresan biçimde şu an ününün doruğunu yaşayan bir şarkıcı kanka, şu an oyunculuğunun en güzel yıllarını geçiren bir ex manken ile kanka olmamla bir miktar değişti.
Aynı okulun farklı bölümlerindeydik, farklı yerlerden de tanış çıkmıştık. Her yere beraber gidiyorduk ve iki adet -literally- çöp gibi, taş gibi hatunun arasında gerçekten yancı gibi duruyordum her zaman. Onlar bunu asla hissettirmese de güzel kızların yanındaki şişman hatun rolü beni bunalıma soktu. (Bu arada isimlerini vermek istemedim zira bu onların hikayesi değil, onları kullanarak hayatımda adım atmadım ve atmam da. Hala çok sevdiğim insanlar ikisi de)
Üstelik çok yakın oturuyorduk ve ya ben onlarda ya onlar bizde takılıyorduk. Beni tanıyanlar bilir, arkadaşlık, çevre edinme vs konusunda gerçekten hiç problem yaşamadığım gibi, Tanrı'nın bir lütfu olarak hep sevilen bir insan oldum. Yeni oluşan arkadaş grubum sayesinde gerçekten adını hayal bile edemeyeceğim çok kişiyle tanıştım. Bir çoğunun en az benim kadar normal insanlar olduğuna aymamla birlikte büyüleri de bozuldu.
Bu esnada annemin ve tabii de benim ilk diyetisyen girişimlerimiz başladı. İlk diyetisyenim benden daha kilolu olduğu için (epic fail) kesinlikle kendisine güvenmedim. Derken pasif jimnastik ile tanıştım. Başlanan her rejim gibi o da uzun sürmedi ve yarım bıraktım. Bıraktığım an da verdiğim 6 kilonun iki katını aldım. (Yanılmıyorsam buna yo-yo sendromu deniyor) Diyetisyenlerin verdiği her listeyi bir aydan sonra evde uçak yaptık, eğlendik. Verdikleri listeler ne gerçekçi, ne de uygulanabilir şeylerdi. Kahvaltı etmemeyi, öğün atlamayı güzel ve sağlıklı şeyler sanıyordum o zaman. Kilo vermek için verdiğim her çaba metabolizmam ve iştahım tarafından büyük bir kuvvetle püskürtülüyordu. Derken elbette kapımı tekrar aşk çaldı. Bu sefer sırılsıklam aşık olmuştum!
Cem'le internette tanıştık. Ufak bir sorun dışında ilişkimiz şahane gidiyordu. Ben 18, o ise 28 yaşındaydı. Allahtan bu sefer o da bana aşıktı (ya da ben öyle sanıyordum). İlşkimiz gayet hararetliydi, sıklıkla kavga ediyorduk. Yaşım dolayısıyla ben onun isteklerine cevap veremiyor, kendimi eksik hissediyordum. Bu da ilişkide problem oluyordu. Sonra bir gün bir baktım ki biz hiç dışarı çıkmıyoruz! (Bunu farketmem epey uzun sürdü) (biraz salak olabilirim o yıllarda, evet) Cem'in bana çok emeği geçti kişisel ilişkiler ve her konuda ama benden utandığını ve o yüzden benimle dışarı çıkmadığını anladığımda hayatımın en sağlam hayal kırıklıklarından birini daha yaşamıştım.
İte kaka bir süre daha yürüttüm ilişkiyi, sebebi de ondan vazgeçemeyecek kadar aşık olmamdı. En sonunda gerçekten çok büyük bir kavgayla bitirdik. Benden utandığını asla kabul etmedi, tek söylediği "Ben seni kardeşim gibi görüyorum artık." idi ve bu da zaten yeterince kalbimi kırmıştı. Ben gerçek sebebi de biliyordum üstelik. O gün (ayrıldığımız gün) bir kutu amerikan aspirini içip intihar etmeye çalıştım. O zamanlar bir miktar salak olduğum için aspirinle intihar edilmeyeceğini bilmiyordum. Cem'e telefon açıp dokunaklı bir konuşma yapacaktım hesapta (tam ergen) fakat telefonda baygınlık geçirdim.
Nişantaşı'ndan Ataköy'e ışık hızıyla gelip beni kusturdu. Üstümü başımı yıkadı, yatrdı. Anneme haber verdi (elbette intihar ettiğimi söylemedi, hastalandı dedi). Trip atmak için intihar edilmeyeceğini de öğrenmiş oldum. Üstelik trip atmaya çalıştığım adam hayatımı kurtarmıştı! (rezillik diz boyu).Alıp başımı gitmek istiyordum ama nereye?...
O sene can havliyle İstanbul Üniversitesini bırakıp (evet yaptım bunu), yeniden sınava girdim. Çanakkale 18 Mart'ı kazandım. Ne olduğuna bakmadan sorgusuz sualsiz bir yerlere gidesim vardı. Çalıkuşu misali yollara düşecektim ki bir sabah sakin sakin otururken karnıma korkunç bir sancı girdi. Sancıdan bayılmışım. Gözümü açtığımda başımda annem ve teyzemi gördüm. Bir daha ayıldığımda ise ambulanstaydım.
Hastanede ilk iş batın usg çektiler (Karın ultrasonu) ve doktor hanım bana bakıp "aman allahım! " dedi. Sonra tekrar bayıldım. Ne kadar profesyonelce değil mi? Hastanın suratına baka baka "Aman Allahım!" demek. Acilen apar topar ameliyata alındım. Sağ yumurtalığıma yapışık tam 6,5 kilo(!) bir kist patlamak üzereyken alındı. Sağ yumurtalığım da yapışık olduğu için alındı ve teşhisi ayılıp kendime geldikten ve karnımdaki birbirinden biçimsiz korkunç 60 adet dikişi gördükten sonra öğrendim. Polikistik Over Sendromu! (PCOS).
Çook sonradan öğrendiğim kadarıyla kilo-pcos ve diyabet birbirini tetikleyen şeylermiş ve hasta -hala- diyabet değilse bir pre-diyabet tedavisi gerekirmiş. Kendi araştırmalarımla bulduğum sonuçtan sanıyorum o zamanki doktorlarım haberdar değildi.(!) Kilonun sağlığıma indirdiği ilk major darbe bu oldu.
Tabii bu sayede ikinci Üniversiteme yani Çanakkale'ye karnım boydan boya yarık, sittin adet iyileşmemiş dikiş, korkunç bir ruh hali ve bir avuç ilaçla başladım. Ameliyattan dolayı bir hafta geç başlayabilmiştim üstelik. Herkes iyi kötü birbiriyle kaynaşmış, ben tabiri caizse ampul gibi ortada kalmıştım. Sadece fönlü saça yurda gittiğim için adım anında "sosyete" ye çıkmış, sonradan öğrendiğime göre de oturduğum koltuğun minderinin çökmesiyle minderi eline alıp popomun kocamanlığıyla ilk günden dalga geçmeye başlamışlardı yurt arkadaşlarım.
Çanakkale İstanbul'a göre, hatta Ankara'ya göre bile fazlaca tutucu ve her nedense en büyük gelir kaynağı olan öğrencilerden nefret eden bir şehirdi. Geçirdiğim ameliyat dolayısıyla pansumana gittiğimde doğum yaptığımı (sezaryen) sanan ve dedikodu yapan iş bilmez hemşireler mi istersiniz, şampuan alırken kendi dedikodunuzu duymak mı dersiniz...Gerçekten çok sıkıntılı zamanlar yaşadım. Gün olup devran döndüğünde bana "Doğum yapmışsın sen!" diyen hemşire bir gün evimin önünde fenalık geçirmişti ve şansa bakın ki bir paket meyve suyuyla hayatını kurtarmıştım. (Keser döner sap döner vs. Karma is a bitch) Elbette çok keyifli anları da oldu ama verdiğim bu karar (İstanbul'u bırakıp gitmek) hayatım boyunca belki de en hayıflanacağım, "keşke" kelimesine en yakın duracağım şeydi.
Ne İstanbul Üniversitesinde okuduğum bölümü (Müt. Terc.), ne de Çanakkale'deki bölümümü (Tasarım) yapmayacağımdan emin oldum bir kaç yıl içinde. Hayat bana bambaşka yollar hazırlıyordu. Yavaş ve emin adımlarla hem de. Günü gelip Çanakkale defterini kapattığımda ise nihayet ne yapmak istediğime karar vermiş, teoriden sıkılmış ve bir an önce hayatın pratiğine geçmek ister bir haldeydim.
Pılımı pırtımı toplatıp Çanakkale'den ayrıldım ve yuvama İstanbul'a geri döndüm. Gönlümde yatan arslan'a, "aman beş kuruşsuz kalırım" diye başlamadığım konservatuara inat oyunculuk adeta kollarını açmış beni bekliyordu. Dönüşümden kısa bir süre sonra küçük özel bir tiyatroda iş buldum. Teknik olarak Tiyatro eğitimi almadığım için kurslara gitmeye başladım. Böylece meslek hayatım başlamıştı ama obezite burada da yakamı bırakmayacaktı...
Bu arada her iki Üniversitenin de en şişmanı olduğumu söylemiş miydim :)