29 Haziran 2011 Çarşamba

Balık etli, balık "esir"li yıllar

Kütükten Samsun'lu olup Ankara'da doğdum ben. Sene 1980, 10 Eylül. Tevellütü yetenler 80 darbesiyle anacaktı bu haftayı, ben ise gayet normal kilolarda doğan mini mini bir bebektim daha. Annem ve babam o zaman boşanmamıştı, babannem ve dedemle altlı üstlü oturuyorduk. Annem ve babam çalıştığı için akşamları onlarda, gündüzeri ise çoğunlukla babannemin borusunun öttüğü alt kattaydım.



Çok açık söyleyeyim, o zamanlar babannem tanıdığım en "büyük" ebattaki insandı ve hayatta en çok ondan korkardım. Ayağını bastığı yer titrerdi. (Ya da ben çok küçüktüm). Sözü üstüne söz söylenmez, evde tam bir dominant hatun havası eserdi.

İlkokul'a (bizim zamanımızda ilkokul ve ortaokul ayrıydı)  başlamadan, daha bezelye kadarken hem okumayı, hem çarpım tablosunu bana söktürmüş, hem de daha beş yaşında beni okula yazdırmıştı. Eğitim konusunda tüm ailem üstüme düşerdi, beslenme konusunda ise ne yazık ki babanem sürekli benim aç kaldığım saplantısına sahipti. Sürekli evde "Çocuk aç!" havası esiyordu ve ben hiç aç değildim.


Öyle bir vahim haldi ki bu, gece yarısı uykudan kaldırıp yarım ekmeğe yağlı ballı ekmek hazırlar bana yedirirdi rahmetli. Uykumun arasında ağlaya ağlaya zorla yediğimi çok net hatırlıyorum. O zaman bu zaman yağdan da baldan da nefret ettim. (Gerçi bu şişmanlamamın önüne geçmedi). Yaşıtlarıma göre çoktan irileşmiş ve normalde 6-7 yaşında başlamam gereken okula şak diye 5 yaşında alınmıştım.




Yıllarla doğru orantılı bir şekilde kilom da arttı. Sürekli açmışım gibi yağlarla, kaymaklarla, ballarla, pekmezlerle besleniyordum. Doğal olarak okuldaki en şişman kız ünvanını almam gecikmedi. Annem ve babamlayken gayet düzgün besleniyor, babannemlere inince besiye çekiliyordum. Şu anda bulunduğum noktada yanlışlarını görmekle beraber onlara kızmıyorum, onlar doğru bildiklerini yaptılar ve torunlarını el bebek, gül bebek yetiştirdiler. O zamanki şartlarrın en iyisi buydu ve ellerinden geleni yaptılar.

Dördüncü sınıfın başlarında kaybettim babannemi. Allah gani gani rahmet eylesin. Bir yandan çok korkmakla beraber, çok bağlıydım ona. Babannem öldükten sonra resmen şirazem kaydı. Bezelye kadar olsam da yaşadığım depresyonu hatırlayabiliyorum. Bir sene sonra da dedemi kaybettik. Artık beşinci sınıfta, dersleri şahane fakat ailesinin bir kısmını kaybetmiş, depresif, yaşıtlarına göre şişko bir küçük kızdım.

Ortaokul'a başladım sonra. Ankara'yı bilenler bilir. Kumrular caddesinin orta yerinde, Namık Kemal'de okudum ben. Elbette burada da okulun en şişman kızı olarak zamanla ünlenecektim. Ortaokul hayatım gayet silikti. Hala da hatırladığım çok şey olduğu söylenemez. Berksan hariç. Tahmin ettiğiniz üzere aşık olmuştum! Berksan okulun yaşı en büyük ve elbette en havalı, en yakışıklı çocuğuydu. Üç sene boyunca çocuğa malak gibi baktım. Merdiven köşesinden, cam arkasından, sıra ardından. Ne kadar saklamaya çalıştıysam da okulda zamanla duyuldu. Orta sona kadar bakıştığım Berksan orta sonun son günü yanıma gelip "Seninle konuşacağız, 10 dk sonra bahçeye gel!" dedi. Heyecanımdan ölebilirdim! O 10 dakika geçmek bilmedi. Kalbim ağzımda ata ata bahçeye indim. Berksan beni kuytu bir köşeye çekip bağırmaya başladı. "Bir daha okuldan birine bana aşık olduğunu söylersen seni gebertirim!" Yaka paça kaçtım yanından. Allah da biliyor ya, bir an da olsa belki o da beni seviyordur diye düşünmüştüm. Sanırım ilk hayal kırıklığım böyle başladı ve ortaokul (şükürler olsun) bitti.



Liseye geçtiğim yaz annemle babam boşandı. Annem çeşitli durumlardan ötürü Almanya'ya gitti. O zamanların Emlak Bankası'nın Düsseldorf temsilciliğine atandı. Bana çok güzel bir lise bulundu Ankara'da. Ben babamın yanında Ankara'da kalıp Lise'ye devam ettim. Bulduğum her fırsatta, olası her tatilde Almanya'ya kaçarak tabii.

Liseye de mini mini yeni travmalar ve koca bir mideyle başlayan ben, her zamanki gibi okulun en şişman kızıydım. (Bunu sürekli yazmama gerek var mı bilemedim aslında). Üstelik okuduğum lise (Ankara'yı bilenler için Atılım Lisesi) tam zamanlı eğitim veriyordu ve ben okulda -sürekli- yiyordum.

Tanıdığım kadınlar arasından en hızlı hazırlanan hatun olarak ta bebecikkenden beri kahvaltı etme alışkanlığım olmadığını itiraf edeyim. Lisede de böyleydi. Bütün sabahım öğle yemeğini düşünmekle geçer, öğle yemeğinde de afedersiniz ama dana gibi yerdim. (Okulda yemek veriliyordu). Öğleden sonra ise kah tost, kah hamburger ile kilolarımı pekiştiyor, akşam yemeğine altlık yapıyordum.

Akşam eve döndüğümde ise babamla tipik bekar yemekleri yiyorduk. Nedir bekar yemeği? Olası en fazla karbonhidrat ile yapılan, göze çok gelen, karın doyuran şeyler. (Bu arada ne çileli hayatmış yahu, yazarken kendime üzüldüm).


Lisede hazırlık okuduktan sonra bölüm seçiliyordu. Yabancı dil (İngilizce-Fransızca) ve diğerleri şeklinde. Yabancı dil, İngilizce mezunu olarak, okul zamanı Türkiye'de, her tatilde Düsseldorf'ta muhteşem damak tadıma Yunan, Alman ve Fransız mutfağını katarak yılları birbirine ekledim. Çok okudum, çok gezdim ve çok yedim.

Yıllar yılları kovaladı ve artık Üniversite hayatı beni bekliyordu. Annem yurda dönüyor, ben İstanbul'a taşınıyor, ben babamdan ve Ankara'dan ayrılıp kocaman bir şehire gidiyordum. Ankara düzendi, Ankara haza beyefendi, hanımefendilerin mekanıydı, Ankara güzeldi. İstanbul korkutucu, büyük, kaos içinde ve bilinmezlikle doluydu. Tercihlerimde bilmemkaçıncı sırada olan İstanbul Üniversitesini kazandım, annem İstanbul'a kesin dönüş ile geldi. Yollara düştüm balık etli ve o yıllarda farkedemediğim bir şekilde balık "esir" li bir şekilde...