31 Temmuz 2011 Pazar

Size uygun hekimi nasıl seçebilirsiniz?


Size uygun hekimi seçmek çok kişisel ve kriterlerinize bağlı bir konu olsa da özellikle bariatrik cerrahi için sizlere verebileceğim birkaç ipucu olacak. Bunu "ay ben çok bilirim" mantığında değil, yıllardır çok fazla doktor-hastane mesaisi yapmamın bir getirisi olarak yazdığımı da söyleyeyim.Benim kişisel kriterlerim de yer alacak okuduğunuz yazıda.

* Gitmeyi aklınıza koyduğunuz hekimi muhakkak internetten araştırın. Bir internet sitesi, mail adresi, mail grubu, ve/veya facebook,twitter,ff hesabı olması önemlidir. "Ne alakası var?" diyenler için şunu söyleyeyim, sosyal yönünü geliştirmiş ve hastalarıyla daha sık bağlantıya geçen bir insan demektir bu. Özellikle bariatrik cerrahi'de "ameliyat oldun, hadi güle güle" mantığı olmadığı için ve doktorunuzla ömür boyu istişarede bulunmanız gerektiği için daha rahat takip edip, iletişim kurabileceğiniz bir doktor bulmanız kişisel yararınız için oldukça önemlidir.

* Ameliyat olmayı düşündüğünüz hekimin eski hastalarıyla tanışın. Devir iletişim devri. Artık çoğu doktorun internette de bir mesaisi oluyor. Destek grubu, mail grubu, konuyla ilgili forumlar  ve bunun  gibi yerlerden hekiminizin eski hastalarıyla bağlantıya geçip görüşebilirsiniz. Bu son derece iç rahatlatıcı olacaktır sizin açınızdan.

* Hekiminizin sigara içmiyor olduğundan emin olun. Seçtiğiniz hekimin sigara içmiyor olması kendiyle ve işiyle çelişmediğini gösterir ve bu yüzden bu mevzu önemlidir.

* Hekiminizin telaffuzuna dikkat edin. Yine ne alakası var diyenler olacaktır ama şu kadarını söyleyeyim, inanın var! Ana dalı ille ilgili bir kelimeyi söyleyemeyen hekim lütfen bir zahmet içinizi de açmasın. Buna hemen bir örnek vereceğim. Bir yıl kadar tanıdığım bir hekim obezite kelimesini "Obezittttttey" [bkz: ingilizce telaffuz] şeklinde telaffuz ediyordu sürekli. Bu ne yazık ki "aa bak ingilizce aksanı var" etkisi yapmıyor, bilakis "doğru düzgün diline hakim değil" efekti veriyor.

* Size vaka/olgu diyen hekimden uzak durun. Vaka/Olgu vbg. kelimeler akademik kayıtlar için oldukça normaldir evet ancak yüzünüze bakıp "siz şöyle bir vakasınız." diyen hekimin size insan olarak gerekli değeri verebileceğinden şüpheliyim ne yazık ki.

*Bakımsız hekimlerden kaçının. Diğer bir yazıda bahsetmiştim bu konudan kısaca. Kendine özen göstermeyen biri, size hiç gösteremez. Bakımsız, dağınık, paspal hekimlere emanet etmeyin kendinizi. Özellikle eğer imkanınız varsa konuşurken hekiminizin dişlerine dikkat edin. Kötü ağız bakımı, güzel bir ipucudur sizin için.

* Tek tip ameliyat yapabilen hekimleri tercih etmeyin. Tercih edeceğiniz hekim hem kapalı [laparoskopik], hem açık olarak bariatrik cerrahi'nin örneklerini gösterebiliyor olmalıdır. Kendini tek bir ameliyat tipine vermiş ve diğerlerini tercih etmeyen hekimin, diğer tip ameliyatlarda etkin ve ehil olması ihtimali istatistiki olarak düşer. Size kendi en iyi olduğu ameliyat tipini seçmeniz için baskı yapmaya çalışabilir. Bu tarz hekimlerden arkanıza bakmadan kaçın!

* Hekiminizin üslubuna dikkat edin. Seçtiğiniz hekim ne felaket tellalı, ne de polyanna olsun. Ameliyatınızın risklerini de, yaşayacağınız güzellikleri de aynı oranda size anlatabiliyor olsun. Size ameliyatınızın risklerinden bahsetmeyen bir hekimi ciddiye almayın zira hepimiz biliyoruz ki her ameliyatın riski ya da komplikasyonu olabilir. İyi bir hekim yaşayacağınız süreci artısıyla, eksisiyle önünüze koyandır. 

Ben bunların tümüne dikkat ettim ve şükürler olsun ki kendim için en doğrusunu buldum. Ameliyattan sonra hiç sorun yaşamadım. Bırakın komplikasyonu [ki olabilmesi normaldi] ağrı, bulantı vs. bile yaşamadım. Sırf maddi/manevi -mecburiyet hissettiğiniz için- kendinizi ehil olmayan ellere teslim etmeyin, lütfen...


28 Temmuz 2011 Perşembe

Umudun öteki adı: Doç.Dr.Halil Coşkun!


Bilmem bilir misiniz, obezite cerrahisinde, hastalar arasında bir şehir efsanesi vardır. " (x)'i görür görmez benim için doğru hekim olduğunu anlamıştım!" Hasta camiasına girdiğinizde bu sözü çok sık duyarsınız ne yazık ki. Korkarım ki buna inanıyorsanız hayallerinizi yıkmak zorunda kalacağım çünkü bu efsane her ne kadar romantik ve dramatik dursa da, kulağa çok süslü gelse de, sadece efsanedir! 

Birini görür görmez sizin için doğru insan olduğunu düşünüyorsanız ona ameliyat olmak yerine onunla evlenmeniz daha makul bir seçenek olur zira bu yaşanana pratikte "seçim" değil "aşk" denir :)

Şaka bir yana size uygun hekimi nasıl seçebilirsiniz o zaman? Bu ancak sizin bileceğiniz, kişisel kriterlerinizle ilgili bir konudur.  Ben ancak size ufak ipuçlarıyla yol gösterebilirim. Bu konuya ayrıntılı olarak başka bir yazıda değineceğim zaten.  Peki Ben, benim için Halil bey'in doğru hekim olduğunu nasıl anladım?

2009'un son aylarında, yanılmıyorsam Aralık, kuzenimle birlikte Halil beyin o zamanlar çalıştığı hastaneye doğru yola çıktık. İnanılmaz heyecanlıydım. Dokunsalar ağlayacak, melankolik, heyecanlı bir haldeydim ve inadına yol bitmek bilmiyordu. Hastaneye gelip hocanın odasını bulduk. İçerisi asistanlarla doluydu, kapıda beklemeye başladık. Çok geçmeden içeri girdik. Halil bey elimizi sıktı ve biz de karşılıklı koltuklara oturduk. İlk dikkatimi çeken el sıkışıydı. 

[Sizi bilmem ama ben "kedi patisi verir gibi el sıkan insan" dan kadın olsun erkek olsun nefret ederim. Doğru düzgün el sıkmak, hem kendine güven belirtisi, hem de başkasına güven vermektir.] Düzgün, güçlü, ve kendine güvenli bir el sıkıştı. Heyecanımı yatıştırmıştı biraz olsun. 

İkinci dikkatimi çeken ise "temiz" olmasıydı. Tabii ki hiç birimiz sokağa lekeli, pis şeylerle çıkmıyoruz ya da doktorlar allah için pasaklı değiller. Burada temizden kastım "jilet gibi olmak" Bir insanın size dikkat edip, size özen göstermesi için önce kendine özen göstermesi gerekir diye düşünüyorum. Nasıl ki şişman diyetisyenler ya da söküğü olan terziler alabildiğince iticiyse paspal bir hekim de öyledir bence. Gerçekten Halil hoca insanın gözünü alacak kadar temiz, jilet gibi ve pırıl pırıldı. Üstüne üslük gülümsüyordu ve ben kişisel tarihimde gülümseyen insanları çok severdim. [Çünkü ben de böyle bir insanım.] Daha ağzını açmadan karşındakinde olumlu intiba bırakmak sanırım böyle bir şeydi. 

Görüşme hasta-doktor muhabbetinden çok sohbet havasında ilerliyordu ve ben iyice rahatlamaya başlamıştım. Aklımda açıkçası tek soru dönüp duruyordu. Acaba hoca beni geri çevirecek miydi? Artık hem vücudumun gücü, hem ruhumun gücü tükenmiş gibi hissediyordum, eğer Halil hoca da beni geri çevirseydi olacakları düşünmek bie istemiyordum. Tanrı yakarışlarımı duymuş olmalı...
Hoca boyumu, kilomu, vki'mi sordu, söyledim. Ameliyat tiplerinden söz ettikten sonra bana hangi ameliyatı düşündüğümü sordu. Ben de "gastric bypass" dedim. Çok uzun zamandır bunu araştırdığımı ve bilinçli olduğumu da söyledim. Önce tahlillerine başlayalım, gidişata göre üzerinden geçmek gerekirse tekrar konuşuruz dedi. Hala ayaklarımdan bahsedememiştim. Hayır derse diye o kadar korkuyordum ki. Ancak korkunun bana hiç faydası yoktu. Söylemek zorundaydım. Yay gibi gerilmiştim ve konuya girdim. 

"Hocam benim ayaklarımda böyle böyle bir sorun var, şöyle oldu, böyle oldu, neticeten ayaklarımda açık yaralar var. " Halil hoca şöyle bir durdu, o duruş belki bir saniyeydi ama bana yıllar, yüzyıllar gibi gelmişti. "Ayaklarını görebilir miyim?" dedi. Gösterdim. Ayaklarımda sargılar vardı ama hali aşağı yukarı belliydi. İki ayağınızı da kırk kat sargıyla saracağınız bir şeyin vahameti elbette bellidir. "Hallolur onlar, sorun yaratacağını sanmıyorum." dedi. Kuzenimle birbirimize bakakaldık. [Ağlama molası müsaadenizle]

Hallolur! Hallolur! Kulağımda binlerce defa yankılandı sanki sesi. Defalarca kapılarından döndüğüm doktorlar, yattığım hastaneler, çilehane gibi odalar, çektiğim acılar, acılar nedeniyle yaşayamadıklarım, yaşayamadıklarımdan içimde kalanlar. Bu sözle gözümün önünden aktı gitti desem inanır mısınız? Orada nasıl ağlamadım, nasıl çıkana kadar bekleyebildim, ya da nasıl sevinçten zıp zıp zıplamadım hayret ediyorum. Dışarıdan "salon kadını çizgisi"ni bozmayan benim içimde ne fırtınalar kopuyordu halbuki! "Ben ol da bil." demiş ya Mevlana, benimki de işte öyle...

Ben mana alemimin derinliklerine dalmışken hoca çoktan gerekli evrakı, sevki yazmaya başlamıştı bile. Bir sürü yere bir sürü tahlil verecektim. Bir sürü yerden verdiğim tahlilleri alıp anestezi'de birleştirecektim. Olsun, kolaydı. Yeter ki beni tedavi etsindi. Gerisi umurumda bile değildi. 
Hemen o gün kan tahlili verip neşeyle eve döndüm. Tanıdıkları tek tek arayıp müjde verdim. Kolay mı, yıllardır yakınlarım da benimle azap çekmiş, üzülmüşlerdi. 

O sezon yavaştan 2010 hazırlıkları başlamış, tiyatroda işler çok yoğunlaşmıştı. İnanılmaz bir sezon yaşıyorduk. Her oyun full olduğu gibi, her gün de oyun vardı. İşin komik tarafı benim tahlillere gitmem gereken günler hafta içiydi ve ben hafta içi 5 gün boyunca oyundaydım! İzin almak ise bizim işler için ancak tatlı bir hayaldi. 

Tahlillere dokunamadan 2010 gelmişti bile. Ara sıra da olsa iptal olan oyunlar sayesinde arada gidip ufak ufak tamamlamaya çalışıyordum. Çalışmak o dönem için -mecbur- olduğum bir şeydi, aksatamıyordum. Bir yandan günde 4 apranaxla iş gününü tamamlıyor, tarifi imkansız acılarla iş yapıyordum. Tek tesellim "Belki bu ameliyatla geçecek bu acılar" idi. Ekip arkadaşlarım ve patronum, sağolsunlar, bana anlayış gösteriyorlar, oyun aralarında dinlendiriyorlardı fakat ne kadar dinlenirsem dinleneyim olmuyordu, o lanet ağrılar dinmiyordu işte...

Göz açıp kapayıncaya kadar 2010 yaz sezonu gelmişti. Bu arada tahlillerimin yarısı bitmiş, yarısı da yapılmak üzere bekliyordu. Sezon bitmişti ancak benim paraya ihtiyacım vardı. Bir biçimde bir mucize olsa diyordum ki hayatımın en güzel iş tekliflerinden biri geldi. Kariyerime bir uzun metraj daha katacak, sevgili Müjdat Gezen, Haluk Bilginer, İlker Ayrık ve Gülçin Santırcıoğlu ile "Memlekette Demokrasi Var" da oynayacaktım. 

Her ne kadar aklım hastanede ve ameliyatımda olsa da bu işi geri çevirmem hem maddi, hem kariyer anlamında imkansızdı. İstediğim kadar acı çekeyim öyle ya da böyle bu iş yapılacaktı! Şansıma oynadığım rol (Gülizar) da ayaklarından hasta (fil hastalığı) bir kadındı ve rolle adeta kaynaşmıştım. Hayatımda en keyif alarak ancak gerçekte fiziksel olarak çok acı çekerek yaptığım iş olarak tarihe geçti. 

Film çekimi, gala, özel gösterimler, reklam derken yaz bitmişti. Benim tahlillerim ise anestezide toplanacak minvale nihayet gelmişti. Anestezi uzmanının karşısına geçtiğimde hiç de iyi haberler almayacaktım oysa. Bembeyaz kağıtların üzerinde yine benimle ilgili minik felaketler vardı. Yeni felaketlerim guatr, kolestrol ve astım başlangıcı idi. Ben daha diğerleriyle baş edemezken bunlarla ne yapacaktım?

Astım için inhalerlara, diğerleri için de ilaçlara başladım. Artık günde 4 insülin, 4 apranax ve 3 inhaler ve dört ilacım vardı. Olsun, sonuçta geçecekti. Kendimi böyle telkin ede ede eylül ayını getirmiştim bile. 

Ekim aynın güzel bir günü tahlillerimi de alıp Halil hocaya göstermek üzere yola çıktım. Kaderimde rötar olacak ya, bu sefer hoca o hastaneden ayrılmış, başka bir hastaneye geçiyordu! Kaderime bir miktar sövmekle beraber hoca nereye ben oraya hesabı arkasından onun gittiği hastaneye gidecektim. O saatten sonra sağlık ocağına gitse bile arkasından giderdim. (Hoş hala da giderim)

2010 Ekiminden sonra (benim sezonum bir kez daha açılmışken) diğer hastanede yapılan testlerimin hepsi  tekrar yapıldı. Her tahlil bir daha alındı, gerekli her doktorla bir daha görüşüldü ve bir yıl daha geride kaldı.

Aslında aradan bu kadar zaman geçmesine (o zaman çok hayıflansam da) şu an şans gözüyle bakıyorum. Hem herşey hem benim, hem doktorumun içine sindi. Hatta iki kez sindi :) , hem de görüşme süremiz kısıtlı olmasına rağmen ben Halil hocayı,o da beni daha iyi tanımış oldu. Her hastaneye gidişimde onunla ilgili kafamdaki yargılar pekişiyor, her seferinde kararımdan daha bir memnun kalıyor ve onun beni tedavi etme kararına bir kez daha minnet duyuyordum.

Halil hoca titizdi, hiç bir ayrıntıyı gözden kaçırmıyor, insanı can kulağıyla dinliyordu. Ayrıntılara önem veriyor, gülümsüyor ama sırf siz mutlu olasınız diye bir takım gerçekleri gizlemiyordu. Yaşayacağınız olası şeyleri pozitifse de, negatifse de şak şak koyuyordu masaya. Hepsinin ötesinde dürüst bir insandı. Hiç bir zaman, bir an bile bana iyileşmem konusunda boş vaad verdiğine inanmadım. O bana ve iyileşmeme ilk andan beri inanmıştı, ben de ona sonuna kadar inandım ve güvendim.

Yaşadığım hezeyanları da, üzüntü dalgalarını da, yaşattığı sevinci ve dünyanın en mutlu insanlarından biri yapmasını da bu dönemlerde çok paylaşamadım Onunla. Bunun sebebi hem şimdiye nazaran, geçmişte daha kısa görüşmelerde bulunmuş olmamız, hem de benim arap atı gibi geç açılan bir insan olmamdan kaynaklanıyordu. 

Son derece sosyal, son derece konuşkan biri olmama rağmen major mutluluk ve major acılarda konuşamam ben pek. Yazarım ama, hep yazarım. Yazamıyorsam da biriktiririm. Yine öyle yapmıştım. Allahtan O çok sabırlıydı ve ameliyattan sonraki dönemde tek tek döküldü ağzımdan çoğu şey. Yine de çoğu şeyi de burada ilk defa okuyacağına eminim.

Gün döndü, günler döndü. Tahlillerim, testlerim tamamlandı.[Tahlilleri daha sonra ayrıntılı biçimde yazacağım için özet geçiyorum] Anestezi onayı, endokrinoloji raporu, her şeyi tamamlayıp Mart 2011 sonlarında hocanın karşısına oturdum. 

Tiyatrodan ayrılmış (yarım sezonluğuna), işlerimi ayarlamış, kendimi iyileşmeye adamış, mükemmel motive olmuştum. Halil hoca tahlillere, testlere tekrar baktı ve "Nisan başında müsaitsen yapalım artık şu ameliyatı!" dedi.

O zamanlar bilmiyordu, hayatımda hiçbir şey için bu kadar müsait olmamıştım!...


*Fotoğraf Doç.Dr.Halil Coşkun'a aittir.










Adım adım umuda yolculuk...

Yine bir maceradan yenik dönmüş, yine evimin güvenli sularına, İstanbul'a dönmüştüm. En azından artık ne yapacağım kabaca kafamda belliydi. Tek önemli kısım bu kadar yandaş hastalıkla beni hangi hekimin kabul edip iyileştireceğiydi. Araştırmalarıma devam ettim, bir yandan da nette konuyla ilgisi olan herkesle konuşuyordum.                                                                           En sonunda çok büyük bir hastanede çalışan, İstanbul'da yıldızı parlamış çok meşhur hekimlerden birini aradım randevu için. Ne yazık ki sekreteri telefonda yarım yamalak beni dinleyip tam 7 ay sonraya gün verdi. Bir çoğunuzun da anladığı gibi bu en kibar haliyle beni başından savmaydı. "Risk alamıyoruz, kusura bakma." demenin arapçasıydı. Hayat boyu çeşitli yerlerde bu muameleyi o kadar çok görmüştüm ki, üzerinde durmadım. 
Gözümü Ankara'ya çevirdim bu kez, Ankara'da yıldızı parlayan bir hekimle görüşmeye karar verdim. Babam Ankara'da yaşadığı için kendisinden yardım istedim. Babam adını verdiğim hekimden -gerçekten nedini bilmiyorum- hoşlanmadı. Gerçi babamın birinden hoşlanması pek olası bir şey değildir ama...

Bana yeni bir doktor numarasıyla geri döndü. Bu seferki hekim İstanbul'un en büyük hastanelerinden birindeydi. Kendisi sadece beni telefonla dinledi ve görüşme tenezzülünde bile bulunmadı. "Bu senin ayakların zorluk çıkarır bize" tarzı geveledi ve malesef ki telefon adabından yoksun bir adamdı. Sırf arada babam var diye çemkirmedim ama muhtemelen hayat boyu kendisine uyuz olacağım. 

Tam "artık alıp başımı nerelere gideyim" haline gelmişken bir kez daha sezon açıldı. Bu sefer kesintisiz para kazanmak zorundaydım zira daha önce de ifade ettiğim gibi hem maddi, hem manevi batmıştım.2009 Kasım ayının sonlarında bir başka hekim bulduk. Ufak ama daha önce gittiğimiz, bildiğimiz bir hastanedeydi. Tam kendisinden randevu almak üzereydim ki hayatımı değiştirecek ilk adım olan telefon Meleğimden geldi. 

Tam beni artık kimse tedavi etmeyecek hissindeydim, yine umutsuzluğun kıyısındaydım ki bana Doç.Dr.Halil Coşkun'un telefonunu verdi. "Bu hoca da diğerleri gibi beni sepetlemez değil mi?" dediğimi çok net hatırlıyorum. "Hayır, bak göreceksin. O farklıdır..." dedi.

Gerçekten de Halil hoca farklıydı ve ben genelde her haltı rötarla gerçekleştiren naçiz kaderimde bu kez avantajlı konuma geçecektim...

*Fotoğraf Doç.Dr.Halil Coşkun'a aittir.


21 Temmuz 2011 Perşembe

Hangi ameliyat bana uygun? [Obezite ve Metabolizma Cerrahisi]

İzmir bir kere daha, bu sefer doğru bir umut olmasını umduğum, bir umut kapısı açmıştı bana. Yanımda her zamanki gibi anneciğim, elimizde bir valiz, cebimizde bir doktor numarası vurduk yollara. Gittiğim doktorun karşısına geçene kadar aslında internetten öğrendiğim şeyler dışında pek bir şey yoktu aklımda. Tek bildiğim nld ve diyabetle en iyi savaşabileceğim şeyin bu ameliyatlar olduğuydu. Bir makalede ameliyat olanların diyabetlerinin %92 oranında düzeldiğini okumuştum. Yıllardır rafa kaldırdığım umut tekrar içimde yeşermişti.

Ertesi gün randevu vardı ve ben heyecandan bayılmak üzereydim. O gece sabahı zor ettim. Hem bu zamana kadar yaşadığım "yanlış teşhis/tedavi" hadiseleri, hem de hastanelerde yatmaktan oluşan bir gerginliğim vardı. Korkuyordum, ama yapmalıydım. Ve nihayet ertesi gün diye diye ertesi gün geldi.

Doktorun muayenehanesinde sıra beklerken bir yandan ömrümden ömür gidiyordu ki sıra nihayet bize gelmişti. Küçücük bir odaya girdik, doktor beyle tanıştık. Güleryüzlüydü. Bu iyiydi. Kendisini nereden bulduğumuzu anlattım ve kısa bir hasta öyküsü çıkardım. "Peki hangi ameliyatı olmak istediğine karar verdin mi?" dedi doktor bey. Ne demek hangi ameliyatı? Kaç tane vardı ki? Neydi onlar? Ben bypass dışında bir şey neden araştırmamıştım? (Başak burcu biri için sorulan bir şeyi bilmemek çok azap vericidir ayrıca). Diğer seçenekleri hiç düşünmediğimi söyledim utana sıkıla. "Şimdi tahlillerine başlayalım, sen de o sırada karar ver" dedi doktor bey. Eve gider gitmez gerekirse interneti devirip her şeyi öğrenecektim!

Eve geldim ve seçeneklerin hepsini araştırdım. Peki hakikaten Hangi ameliyat bana uygundu?

* Mide bandı: Halk dilinde kelepçe denen hadise. Kelepçe seçeneğini başlarda düşünsem bile hem kelepçenin ne yazık ki basında hep spekülatif haberlerde yer alması beni de etkilemişti. Halbuki kelepçe ehil ellerde ve gerekli takiple işe yarayan bir yöntemdi fakat ben o zaman böyle düşünmüyordum. Üstelik diyabet ve nld için bir çözüm niteliğinde olduğunu da düşünmüyordum. Dolayısıyla bu seçeneği kafadan eledim. Mide bandı ile ilgili ayrıntılı tıbbi bilgi için şuradan buyrunuz.

*Sleeve Gastrectomy: Obezite cerrahisi camiasında "tüp mide" olarak bilinen bir ameliyattı bu. Doğrusu en çok kafamı karıştıranı da buydu. Son derece işe yarayan, olanların gayet memnun kaldığı ve gastric bypass'la kıyaslandığında hasta için nispeten kolay bir operasyondu. Aklıma takılan iki nokta vardı. Biri uzun vadede sonuçları ve geri kilo alımı pek bilinmiyordu (ya da ben bulmadım o zamanlar, doktorlar biliyordur elbette). İkinci nokta ise yine diyabet konusunda bypass'a oranla regüle olma-düzelme istatistiği düşüktü. Bu beni en çok caydıran şey oldu aslında zira ben -evet kilo vermek istiyordum- ama Allah da biliyor ya asıl amacım nld ve diyabette iyileşme yaşamaktı. Beni hayattan bıktıran kilonun beraberinde getirdiği yandaş hastalıklardı. Bu yüzden bu seçeneği de kafamda eledim. Sleeve Gastrectomy ile ilgili ayrıntılı tıbbi bilgi için şuradan buyrunuz.
 

16 Temmuz 2011 Cumartesi

Ah minel mevt! [Bir bitiş tefrikası]


Ameliyat olma kararı aldığım ana kadar hep söylediğim bir şey vardı. Bazı insanlar bir olay yaşarlar ve gaza gelmelerine sebep olur bu olay. Ne bileyim okulda gençler dalga geçer, kızımız bir üst sınıfa kastırıp incecik başlar. Bu ve bunun gibi binlerce örnek ve hatta film, dizi vs. vardır. Ben de kararımı verene kadar hep söylediğim şey "Bana niye böyle olmuyor, niye hiçbir şeyden gaza gelmiyorum"du. Pek tabii ki bunu "Biri gelsin, hayatımı önce lunaparka, sonra cehenneme çevirsin, ölümlerden döneyim de ancak sağlığıma kafayı takayım" baabında söylemiyordum. Heyhat kader yanlış anlamış olmalı...

Evlenmek o sıralar için düşünmediğimiz ama uzun vadede düşündüğümüz bir mevzuydu O'nunla. Sadece süreci -epeyce- hızlandıracaktık, olacak bitecekti. Her ne kadar ailesine karşı geliyor olacaksak da bir kaç yıl sonra bir bayramda seyranda, en olmadı torunları olunca affederler diye düşündük.

Ertesi sabah daha umutlu, daha yeni bir güne uyanacağımı düşünüyordum ki sabah 8:15'te kapı adeta yıkılırcasına çalmaya başladı. Aklım yerinden oynamıştı. Oldum olası ani (telefonla,kapı ziliyle) uyanmayı sevmezdim ve kapıdakine sıkı bir fırça atmak üzere sinirli sinirli kapıyı açtım. O an benim eridiğim, tansiyonumun kimbilir kaçlara düştüğü, o an sanıyorum hayatımın en kötü anlarından biriydi. Sevdiğim adamın annesi ve babası (fotoğraflarından gayet iyi tanıyordum onları) karşımda duruyordu. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Bir an, bir kısacık an karşılıklı bakıştık.

Derken benden epey kısa ve epey de zayıf(!) olan müstakbel kayınvaldem beni kapıya doğru itti. Öyle bir boş bulundum ki kapının kolunun sırtımda yaptığı morluk günlerce geçmedi. Basiretim bağlanmıştı, içeri girdiler ve kapayı kapattım. Annesi çekmeceleri karıştırmaya, babası da evi aramaya başladı. Ne aradıklarını asla bilemiyordum, şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Nihayet "Biz O'nun anne ve babasıyız." dedi babası. "Biliyorum" dedim. Sesim adeta miyavlar gibi çıkmıştı. Sonradan öğrendim ki harıl harıl aradıkları evlenme cüzdanıydı!

Salondaki iki koltuğa oturdular, ben de karşılarına oturdum. Bir an önce toparlanmam gerekiyordu. O'nun nerede olduğunu sordular, işyerinde olduğunu söyledim. Salonun ortasında O'nun mezuniyet fotoğrafı duruyordu. Babası buna nedenini anlamadığım biçimde çok kızdı. Zaten olan biten hiçbir şeyin nedenini anlayamıyordum ya neyse. Derken babası belini işaret edip "Bak kızım ben askerim, seni de O'nu da vuracağım, başımızı öne eğdirdiniz. Şimdi zorluk çıkarma da O'nu ara, hastayım de ve buraya gelsin. Bu dava da bitsin." dedi. Şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım ve ağlamaya başladım. Aklımdan saniyede milyonlarca şey geçiyordu. Tamam beni istememişlerdi ama biz işin namus ve öldürme boyutuna nasıl gelmiştik? 21.yüzyılın İstanbul'unda yaşadığım şeye kendim bile inanamıyordum. 

Kendi kendime dahi hayret ederek "Kusura bakmayın ama burası İstanbul, ben O'nu hastayım diye ararsam paniğe kapılır. Bir arabanın altında kalsa ne yapacaksınız? Ben bunu yapamam, O'na yalan söyleyemem!" dedim. Bunu hıçkırıklar içinde şakır şakır ağlarken söylemiştim ve annesi "Benim malımı bana koruyor xxx'e bak!" diye ayaklandı.

Tam daha fazlasını da yaşayamam herhalde dediğim noktada annesi açtı ağzını yumdu gözünü. Önce sakinleştiğini sanmıştım. "Nerede tanıştınız?" dedi, anlattım. "Ne zamandır berabersiniz?" dedi anlattım. Derken asıl mevzuya geldi çattı annesi. Hayatım boyunca unutmayacağım, hayat boyu aklımın bir köşeesinde kalacak o tarihi konuşmayı yaptı.

"Bana bak, benim koç gibi oğlumu nasıl ikna ettin, nasıl tuzağa düşürdün? Büyülerle bilmemnelerle mi kendine bağladın bilemem. Şu kadarını söyleyeyim ben seni oğlumla yatakta bassam, kendi gözlerimle görsem oğlumun sana aşık olduğuna inanmam. Benim oğlum dengi bir kızla evlenecek ve bana torun doğuracak!"

Gözyaşlarım sicim gibi yanaklarımdan akıyordu. Sürekli, nasılsa evleneceğiz, tatsızlık çıkmasın mantığında alttan alıyordum, yoksa elbette verecek cevabım olmadığından değil. Bu esnada babasının ağzını bıçak açmıyordu. Eli belinde oturuyor ve bizi izliyordu. Ha vurdu ha vuracak diyordum içimden ama geri adım atmayacaktım. Ne olacaksa olacaktı! Bir ara tuvalete kaçıp 155'i aramayı düşündüm ama yakalarlarsa olacakları düşünmek bile istemiyordum.

"Size nasıl göründüğünü bilemiyorum ama biz yanlış bir şey yapmadık, sadece birbirimizi sevdik, çok da mutluyuz" dedim. Sanırım bu bardağı taşıran son damla olmuştu. Annesi ayağa kalkıp kolumu kavradı, ben hala oturuyordum. O pehlivan gibi bedenim utanç ve korkudan leblebi gibi kalmıştı. Kolumu sıkmaya devam ederken tarihi ikinci konuşma geldi.

"Bana baksana sen, sen hiç aynaya bakmıyor musun? Şişmansın, hastalıklısın, senin yarın öbür gün çocukların da sakat sakat doğar. Kolsuz bacaksız çocukların olur. Seni böyle, bu halde kim ister? Buldun saf, salak oğlumu yamanmaya mı çalışıyorsun? Büyü mü yaptırdın, dua mı okuttun bilmem ama sen bu işi unut!!! Oğlumun peşini bırak! "

Tek söyleyebildiğim "ama biz birbirimizi seviyoruz" du. Ağladım, çok ağladım. Bu sözler aylarca, günlerce kulağımda çınladı ve özgüvenimi yerle bir etti.

[Daha ayrıntılı ve daha çirkin konuşmalar da vardı ama amacım olayın ana fikrini anlatmak sadece, her ne kadar vaktiyle canım yansa da karşı tarafın kişilik haklarını da olabildiğince korumaya çalışıyorum aktarırken.]

Sanıyorum bana istedikleri dersi verdiklerini düşünmüş olacaklar ki O'nu yakalamaya gittiler. Kapıyı çarptılar ve gittiler. Bir an beklemeden O'nu aradım hemen. Olanları anlattım ve hemen izin alıp eve gelmesini söyledim. Onlara yakalanmasın diye trenle değil dolmuşla gelmesini de tembih ettim. Çünkü tren garına pusuya yatacaklarını duymuştum konuşmalarından. Yarım saat sonra O geldi, çok kötüydü. Ben zaten ayaklı ölü gibiydim. Bembeyaz.

Ailesi sürekli arıyordu, işyerinden kaçtığını öğrenmişlerdi. Yanımda olduğunu anladılar. Direk ailemi arayıp olan biteni anlattım. Ailelerin görüşüp bir orta yol bulması gerekiyordu. Ailem yola çıktı apar topar. [Elbette işin silah, kötek boyutunu telefonda söylememiştim].

Alel acele ne yapabileceğimizi konuştuk ve ailesi döner dönmez hemen nikahı basmaya karar verdik yalnız bir sorun vardı, yanlarına yalnız gitmeye korkuyordu. "Sen gelme ama ben seninkilerle buluşup gideyim." dedi. Tekrar ailemi aradık ve O'nun ailemle buluşması ayarlandı. Sonra da iki aile Kadıköy'de buluşup konuşacaktı. Ya da o an bizim taraf öyle sanıyordu.

[Kadıköy'de karşılıklı çay içerken olaylar tatsızlaşmış, annemin tansiyonu düşmüş, onlar uzlaşmak bir yana tekrar ikimizi de öldürme planlarından söz etmişler, bizimkiler de dellenmişti. Zaten kopmakta olan ipler iyice birbirinden ayrılmış, bir taksi çevirip O'nu tıka basa içeri atıp gitmişlerdi.]

Konuşmanın gidişatını bozmamak için telefonla arayamıyordum ama meraktan ölebilirdim. Derken saatler sonra kapı çaldı. Annem ve eşi yalnızdı. Peki ya O? O neredeydi? Bir taksiye binip götürdüler sürüye sürüye dediler. Hemen telefona sarıldım. Telefon bir türlü açılmıyordu. Meraktan deliye dönmüştüm. Bu kadar ölüm kalım muhabbetinden sonra dönmem de doğaldı. Nihayet akşama doğru telefon açıldı ve O'nun titreyen sesini duydum." xxx'deyiz, beni zorla buraya getirdiler.Bu gece konuşacağım tekrar, şimdi sakinleşmelerini bekliyorum. Bekle beni." O gecenin neredeyse her saniyesini ağlayarak geçirdim.

Sabaha kadar yolunu gözüp gözyaşı döktüğüm adam aslında gitme planları yapıyordu, bense bunu sabahın köründe işyerine açtığım telefonla öğrenecektim...

Ertesi gün önce işinden istifa etti. Sonra beni aradı. "Eve gelip eşyaları toplayacağız annemlerle" dedi. "Gidecek misin, nasıl gidersin? Beni bırakıp nasıl gidersin?" dedim. "Gideceğim, en doğrusu bu." dedi. "Sadece sen gel, annenler bir daha buraya asla giremez." dedim.

Geldi. Taşınmak için karton kutuları bile hazır, hemen toparlanmaya başladı. Ben aldığım sakinleştiriclerle ayakta duruyordum ama bana açıklama yapmıyordu. Sadece "en doğrusu bu" diyordu. Ben, her halükarda seveceğini söylediği ve asla bırakmam dediği ben, bir gecede bitmiştim adeta. "Tehdit mi ettiler, dövdüler mi, sövdüler mi?" Mantığa oturtmaya çalışıyordum ama her mantık elimde kalıyordu. Ağzını bıçak açmıyordu. Nihayet giderayak "Bu film burada bitmeyecek, ben sana bir söz verdim Ya seninle, ya hiçkimseyle. Bunu onlar da görecek." dedi. Duvara "to be continued..." yazdı. 

Bir efsane mi, gerçek mi bilmiyorum. Ortaçağda kadınlar savaşa giden kocalarına saçlarını örüp keser verirmiş. O gittiğinde çirkin olmak için. Belime kadar saçlarım vardı benim de. Odama geçtim. Saçlarımı ördüm sıkı sıkı ve dibinden kestim. Şak diye, bir darbede. Kocaman iğrenç bir mutfak makasıyla. O çok sevdiğim saçlarım bir anda elime düşmüştü. Sanıyorum annem o an delirdiğimi düşünmüş olmalı. Hemen bir ilaç daha getirdi bana. Ne olduğuna bakmadan ne getirirlerse içiyordum artık. Saçımı elime aldım ve toparlanmakta olan, sevdiğim adamın yanına döndüm. Saçımı avuçlarına bıraktım ve "Bekleyeceğim." dedim. Sadece bekleyeceğim.

O gün öğleden sonra, 2009'un sıkıntılı bir temmuz günü tüm eşyalarını topladı. O'nu nasıl ve neyle ikna ettiklerini söylemeden, açıklama yapmadan, sonunu dinleyemediğiniz bir şarkı gibi, devamını bilmediğiniz için gidemediğiniz bir adres gibi, yarım bırakarak herşeyi, eşyalarını  topladı tek tek, gitti.

Gitti...

---

"Bıraktım öyle kalsın, bizim gibi darmadağın..."

Onsuz günlerin başlangıcı benim de adım adım çöküşümdü adeta. Günlerce O'ndan haber alamadım. Günlerce ilaçlarla uyudum. Günlerce aynı pencerede oturdum. Günlerce yola baktım. Dua ettim, diz çöktüm, ağladım, süründüm. Günlerce yemek yemedim. Neredeyse 10 kilo verdim.

Nihayet günler sonra bir arkadaşıma arattım O'nu ve sağlık haberini alabildim. İyiydi ama baskı altındaydı, interneti yoktu. Aklım almıyordu, insan tuvalette olsun bir mesaj atar diyordum. Aklım almıyordu.

Gidişinin ardından herkese bahaneler buldum. Çok geniş bir ortak çevremiz vardı. Herkes soru soruyordu. Kimseyle konuşmak istemiyor, telefona çıkmıyordum. Bu olanların nesini anlatacaktım ki? Hangi yanından tutsam elimde kalacak, daha da kötüsü muhtemelen bu çağda böyle şey olmaz diye bana inanmayacaklardı. Hoş zaten anlatmazdım, bana yakışmazdı.

Gidişinin ardından tam 101 gün evden çıkmadım. Ojelerimi silmedim, gerekmedikçe banyo yapmadım. Sadece saf, katıksız bir acı çektim. Gidişinin ardından kucağıma ilaçları koyup ölmek istedim, annemi düşünüp vazgeçtim. Gidişiyle beraber kendimi aylarca çirkin olmaya mahkum ettim. Makyaj yapmadım. Mutlu olmadım, küpe takmadım, ağzımın kıvrımıyla bile gülmedim.

Gidişinin ardından filozof oldum, sayfalarca yazı yazdım. İsyan ettim. Yaradılmış bir varlığı bu kadar seviyor olmam ne saçmaydı. İnsan ancak kendini yaratana bu kadar sevgi duyabilirdi. Gidişinin ardından annem delirdiğimi sandı hep, kendime zarar vermemem için sürekli başımda oturdu. Sürekli ilaçlar verdi. Üstüme titredi.

Tam 101 gün sonra arkadaşlarım eve gelip, ojelerimi silip, üstümü başımı giydirip beni evden çıkardılar. Çıkış o çıkış oldu. Sonrasında öyle bir dağıttım ki kimseler toparlayamadı.

Aylarca O'ndan haber alamadıktan sonra hayatına devam ettiğini ve beni unuttuğunu düşünmeye başlamıştım. İnterneti bağlandığı halde (ortak bir arkadaşımızdan öğrenmiştim) bana ulaşmıyordu bir biçimde. Son derece atarlı bir ayrılık maili attım. Benden zaten ayrılan bir adamdan kendimce ayrılıyordum! Bağrıma taş basıyor ama bu ilgisizliği kaldıramıyordum. Maile hemen yanıt geldi. Paragraflarca hala beni çok sevdiğini, sonumuzun birlikte olacağını söylemişti. İnanmıştım...

Sonrasında çok içtim. Öyle böyle bir içmek değildi. Unutmak için içiyor, sızıyor, tekrar içiyordum. Şu kesindi ki bir faydası olmuyordu. Rüyamda, gittiğim yerlerde, evin her yerinde, en önemlisi de içimde O vardı.

Duvara hapishanede gün dolduranlar gibi biten ayları işaretliyordum. Temmuz, Ağustos, Eylül (O'suz bir doğumgünü), Ekim, Kasım, Aralık (O'nsuz bir yılbaşı) derken 6 ay boyunca sadece bir kere saniyelerce telefonla konuşmuştuk ama aşk bitmiyordu. Gözden uzak, gönülden uzak değildi, keşke olsaydı ama değildi.

Ocak 2010'da üzüntüden çene kemiğim eridi. Annem ameliyat oldu. Tam 2 ay her gün dişçiye gitmek zorunda kaldım. Diş hekimim bile "Biri mi öldü, bu kadar ani çene kemiği erimez kızım..." demişti. Bunların hepsinde yalnızdım, umurunda bile olmadı.

Şubat ayında tekrar dellenip atarlı bir ayrılık maili daha attım. Mailime hemen cevap geldi, nasıl oluyorsa biz hiç iletişemediğimiz halde ayrılma lafı geçtiği an mailime cevap geliyordu. O zamanlar bunu anlamayacak kadar salak ve üzüntülüydüm elbette. Bir kez daha beni ikna etti, askere gidip askerliği bitince direk İstanbul'a gelecekti. Eninde sonunda bir plan yapabildiğimiz için daha huzurluydum.

Mart'ın son günlerinde O'nun maillerini kontrol ederken arşiv'de bir iş başvurusu gördüm. İkameti Ankara olan bir başvuru. O an aslında hiç gelmeyeceğini, bu kapıdan çıkarken aslında bittiğini anladım. 8 ay bir "hiçkimse"yi beklediğimi, bitirmeye gayret ettiğim şeyin çoktan bittiğini.....ve bu sefer O da direnmedi. Artık kabullenilmeyecek tarafı kalmamıştı zaten.

Tam 8 ay hiç gelmeyecek birini özlemiş, hiç gelmeyecek biri için hakaretlere maruz kalmış, tehdit edilmiş, bitmiştim...

---

23 Mart'ta bir canlı yayında açıkladım bittiğini. Şarkı aralarında mikrofonu kapatıp ağlıyor, anonslarda ise dinleyicilerimi üzmemek için neşeli takılıyordum. İlişkisinin sorumluluğunu alamayan birinden ayrılığın sorumluluğunu almasını zaten beklemiyordum ama çevreye yapılan açıklamalar beni hep zorladı. Kimse olayın gerçek sebebini bilmedi. Kimse buraya yazdığım kadar açığını okumadı. Kimse bu sevginin bu kadar güçlü olduğunu sezemedi.

Gidişinin, bitişinin ardından açıklama maiyetinde şu yazıyı yazdım, soru sormasınlar diye. İç dökmek için...

Gidişinin ardından bir sene ayağa kalkamadım. Sürekli kredi çekip, hiç çalışamadığım için battım. Uçan kuşa borçlandım. Mahalle bakkalı bile görmesin diye yolumu değiştirdim. Bitişinin ardından hem kalp acısı, hem korkunç ağrılar çektim. Özgüvenimi kaybettim. Hayatımın hatırılı sayılır bir vaktini internette geçirmeye başladım. En abuk siteden, en mantıklısına her şeyi okuyordum. Saatlerce dizi izliyordum aklım boşalsın diye.

Bir gün kelepçe kardeşliği diye bir site keşfettim. Kendime format attırmayı kafama takmıştım fakat bu nasıl olacaktı? Herşeyi geçtim kulağa çok korkutucu geliyordu. Siteden insanlarla tanışmaya başladım. Tanışıp, arkadaş olup birbirimize hikayelerimizi anlattığımızda kelepçenin tek yöntem olmadığını, başka bir yığın yöntemler olduğunu anlattılar bana. Bu sayede obezite yardım sitesini keşfettim. Daha önce buraya girmiş ve bir kaç kez buradakilerle mesajlaşmıştım. Sene 2008 olmalıydı lakin O kilo vermemi ve ameliyat olmamı istememişti, ben de tarihin tozlu raflarına kaldırmıştım bu fikri.

Şimdi ise içimde uyuyan ne varsa uyanmış, özellikle de "çocuklarım sakat doğmasın" diye iyileşmeye karar vermiştim...

Ya sen ya hiçkimse diyen adam ise 2010 Eylül'ünde yeni bir aşka yelken açmıştı bile...Ben O'ndan sonra şu güne kadar kimse ile sağlıklı bir ilişki geliştiremedim. Yapamadığımı anladığım noktada ise ipin ucunu bıraktım ve aşk defterini kapattım, bir daha ne zaman açılacağını bilmeyerek hem de...

Hayatta aşktan çok daha önemli mevzular vardı ve benim içi artık en başta sağlık geliyordu. Eğer bir yolu varsa - ne olursa olsun- iyileşmeliydim. Kaderimde hiç yaşamadığım "iyileşme gazı" nı bu olaylardan sonra yaşadım. Evet kötü, üzüntülü, ölüme paralel çok kötü günlerdi ama sonuçta bana bu gazı vermişlerdi...

Siteden bir tanıdığım bana İzmir'de bir doktorun telefonunu vermişti görüşmek için. Bavulları toplayıp ameliyat olmak için İzmir'e doğru yola çıktık. Benim kararım kesin, gözüm kara fakat ailem tatmin olmamıştı. Ailemi ikna etmek zor olacaktı ama buna doktorla tanıştıktan sonra karar verecektim.

Bir kez daha hiçbir şey umduğum gibi gitmemişti. O zamanlar talihsizlik gözüyle baktığım olaylar zinciri beni dünyanın en şanslı insanı yapacaktı halbuki...Bilemezdim.

15 Temmuz 2011 Cuma

Ah minel aşk!


"Ah minel aşk"

2008 yazının ertesinde sezonun açılmasına henüz varken düştü içime aşk. O İzmir'de, ben İstanbul'da. Aynı yerlerde yazı yazıyorduk, yayın yapıyorduk. Başlarda arkadaşlıktan fazlası yoktu. Git gide onunla konuşma saatlerini iple çektiğimi, sesini duyduğumda yüzümde çiçekler açtığını farkettim. O beni sadece arkadaş olarak görüyor sanıyordum başlarda.

Saatlerce, o işe gidene kadar, bazen ben evden çıkana kadar yazışıyorduk. O'na aşık olduğumu anladığım anın üzerinden bir ay geçmişti. Aslında ne ben çat diye açılabilecek biriydim, ne de o. O yüzden böyle sürünüp duruyorduk. Bir gün sabaha karşı herşeyi göze alıp döktüm içimi. Bir kadın için hayatta en zor şeylerden biri. Hayatta hep risk alırım ama aşkta aldığım risk buydu ve benim için ilkti.

Hem şaşırdığım, hem de mutluluktan ağladığım bir tepki geldi O'ndan. "Ben de sana aşığım, hayatıma hoşgeldin..." Ne kadar zarifti, ah ne güzeldi. Benden ve ondan mutlusu yoktu, hayat ne güzeldi, kuşlar bile sanki daha mutlu ötüyordu.

Kalktım İzmir'e gittim ben. En büyük endişem: uzakken hissettiklerimizi yakından da hisedebilecek miydik. Evet hissettik, çok daha fazlasını hissettik. Birbirimizin gözbebeğinde gördük kendimizi. Herkes için yaşadığı aşk tek ve benzersizdir ya hani, bizim için de öyleydi.

Artık birbirimizi özlemeye katlanamıyorduk. O İstanbul'a geldi, ben tekrar İzmir'e gittim. Birbirimize kamera açıp uyuyorduk yanyana hissetmek için. Artık bu böyle gitmez dediğimiz anda O İzmir'deki evini kapattı, işinden istifa etti ve İstanbul'a taşındı.

Hastalıklarımı, yaşadıklarımı, hepsini anlattım ona. Hiç bir şeyi saklamadım. Pansuman yaparken ona kendimi hiç göstermedim ama yine de mevzuyu detayıyla biliyordu. O yılın sezonu kötüydü, ekonomik kriz vardı ve çok az işe gidebiliyordum. Yarı domestik, yarı çalışan kadın, yarı kendimi adamış bir kadın olmuş çıkmıştım. Belki dağ başına klübeye taşınalım dese gidecektim. Boşuna aşkın gözü kör demiyorlar. Böyle böyle 6.ayı devirmiştik, zaman su gibi akıyordu.

İlişkimizin 6. ayını kutlarken -yine kendimce- bir devrim yapmaya karar verdim ve pansuman yaparken onu çağırdım. Aklımdan geçenler "böyle gördüğü için beni artık sevmeyecek" idi. Gönlüm ise bambaşka diyarlardaydı. Seven herşeyiyle severdi. Çok açıkçası aşka güveniyorum ama bu tabiri caizse üçbuçuk atmamı engellemiyordu. Ayağımdaki son sargıyı açtıktan sonra O'na şöyle dedim. "Bak ben buyum, malesef bu durumdayım. Şayet bir gün hastayım diye beni bırakacaksan, o gün bugün olsun. Sana daha fazla alışmadan git. Gitmeyeceksen beni böyle sev, hastalıkta, sağlıkta..." ve o da "Seni asla bırakmayacağım, ne olursa olsun!"  dedi. Artık saklımız, gizlimiz yoktu ve ben çok mutluydum. Dünya'da hala iyi, hala seven insanlar olduğuna inanmıştım. Bu olay bence gerçekten ilişkimiz için dönüm noktasıydı ve süper atlatmıştık.

İlişkimiz bir yıla doğru yaklaşırken çok fazla ortak çevremiz vardı. Benim ailem durumdan haberdardı ve kesinlikle destekti bize. Hatta ufaktan ufaktan çeyiz alışverişine başlamıştık. Beyaz eşyalar, mutfak robotu, elektrik süpürgesi gibi kesin lazımları almıştık. Bu esnada sürekli görmezden geldiğim ve apranaxla dayandığım korkunç ağrılar yeniden başlamıştı. Hala tümden banyo yapamıyor ve apranaxları leblebi gibi yutuyordum ancak artık durumu kabul etmiştim. Bu Tanrı'nın bana çıkan piyangosuydu. İyileşeceğime dair umudum yoktu. Derin bir tevekkül ve çok fazla acı içerisindeydim. Beni toparlayan tek şey aşk'tı.

Sanırım tek eksiğimiz evlenme teklifiydi. Bir gece televizyon izleyip sütlü eti cici bebe yerken, aniden evlenme teklif etti bana. Hiç beklemediğim anda, şok olmuştum ve tabii ki "evet" dedim. Sonsuza dek evet. Birlikte yolculuk ettik, birlikte hayatı paylaşmaya başladık, birlikte yayınlar yaptık, hayatımız peri masalı gibiydi.

Bir yılı geride bırakıp ikinci yıla doğru koşarken artık ilişkimizi resmiyete dökmek istedik. Benim ailemin zaten durumdan haberi vardı. O'nun ailesiyle konuşması ve isteme vs. gibi detaylar için tarih alması gerekiyordu. Bu sebeple ailesinin yanına Ankara'ya gidecekti. Hayatım boyunca "kendiyle barışık" yalanını özümsemiş, ve kendimi gerçekten kendimle barışık hisseden ben, endişelerle doluydum. Gitmeden onu karşıma aldım. Ailesinden ne kilomu, ne hastalıklarımı saklamamasını, her şeyi açıkça anlatmasını rica ettim. Hatta bir kaç fotoğrafımı göstersindi, bilsinlerdi beni.

Haftasonu gelip çatmış, O'nu Ankara'ya uğurlamıştım. Meraktan, kaygıdan uyuyamıyor, gün sayıyordum. Telefon konuşmalarımızda rahat konuşamıyor, gelince konuşuruz diyordu. Kadınca hislerim yanılmamıştı, bir şeyler ters gidiyordu! Pazartesi akşamı nihayet geldi, birlikte yemek yedik. Ağzını bıçak açmıyordu. Sonunda dayanamadım, ağladım ağlayacaktım. Derken yüzüne baktım. Birbiri ardına gözyaşı döküyordu. Sakin ol ve anlat dedim. Derken hayatımın en acı, en vurucu gerekçelerini dinledim.

Sadece fotoğrafımı görmek bile kesin bir "Hayır." demeleri için yeterli olmuştu. Tansiyonlar yükselmiş, evde kıyamet kopmuştu. Üstüne bir de diyabetim ve NLD duyulunca "Kesinlikle Hayır!" olmuştu cevap. O geceyi nasıl atlattım, nasıl üzüntümden ve utancımdan yerin dibine girmedim şaşırıyorum. Yaşadığım bazı şeylerde nasıl ayakta durabilmişim, hayret.

"Çok zor bazen avaz avaz susmak..."

Vakit ağlamanın değil, neler yapabileceğimizi düşünmenin vaktiydi. Aniden ve kimseye haber vermeden nikah kıymayı düşündük. Oda nikahı olacaktı, bende jean ve sadece duvak, onda da jean ve gömlek. Ayrıntıya değil çözüme ihtiyacımız vardı. Alel acele bir şeyler yapmalıydık. Biz birbirimizi çok seviyorduk ve bizi kimse ayıramazdı!

Halbuki o gece beraber geçirdiğimiz son gece olacaktı...

12 Temmuz 2011 Salı

Cerrahpaşa Güncesi [N.L.D][+24]

Umutsuz, isyan dolu anlarıma Tanrı'dan bir cevap niteliğinde gelen Cem hoca randevusu bana biraz olsun umut vermişti. Doğrusunu isterseniz artık umutlanmaya da heveslenmeye de korkar olmuştum. 

Ertesi gün elimizde Cem hocanın muayenehane adresi Şişli sokaklarındaydık annemle. Sonunda bulabildik, sıra bekliyorduk. Sıra beklediğimiz o 5-10 dakika bana yüzyıllar gibi gelmişti. Nihayet Cem hocanın odasındaydık. Durumu anlattım, anlatırken nasıl ağlamadığıma hala hayret ediyorum. Bazı özel durumlarda insana abuk bir soğukkanlılık çöküyor. 

Cem hoca "Ayaklarını aç." dedi. Korkarak çıkardım bantları. "Durum baya kötü" dedi, işte o ana kadar soğukkanlılıkla tuttuğum gözyaşlarım yanaklarımdan düşüverdi. "Üzülme, gencecik kızsın, elimizden geleni yapacağız." diye ekledi Cem hoca. Bu bile benim için o kadar büyük umuttu ki...Oradan nasıl büyük mutlulukla çıktığımızı, Şişli sokaklarında hem ağlayıp, hem zıplayarak nasıl yürüdüğümüzü, Cem hocanın bana nasıl bir umut verdiğini anlatamam. 

Ertesi sabah sabahın ilk ışıklarıyla Cerrahpaşa Dermatoloji'de yatağıma yerleşiyordum. İki kişilik hücre gibi minnacık bir odaydı. Yanımda nesi olduğunu anlayamadığım bir hatun yatıyordu. Oda çamaşırhaneye bakıyordu ama zerre kadar umurumda değildi. Camdan baktığımda gökyüzünü görebiliyordum. Bu bile bana yeterdi. İlk gün kayıt, hasta hikayesi alma, ıvır zıvır derken geçip gitti. İkinci gün vizitte diğer hocalarla tanıştım. Hocalar "hem ilaç tedavisi, hem de pansuman yapılacak." dediler. 

Pansuman kavramına alışıktım, nasıl olsa daha kötüsü olamaz diye düşünüyordum ve rahattım. Elbette ki her zamanki gibi yanılıyordum. Pansuman saati geldiğinde Pansumancı kocaman bir kovayla başıma dikildi. Haydi bakalım aç bacaklarını dedi ve banyodan kovayı doldurmaya başladı. Hiçbir şey anlamamıştım ama dediğini yaptım. Burda adını vermek istemediğim mor, ufacık bir hap attı içine sıcacık suyun. [İlacın adını vermek istemememin sebebi ilacın çok zehirli olması, zehir olarak da kullanılabilitesi ve kolay ulaşılabilen bir madde olması] Pansumancının doldurduğu kova ilacın erimesiyle mosmor olmuştu. Ben hala ne yapacağımı bilemiyor, aval aval kovaya bakıyordum. 

"Ayağını içine sok" dedi pansumancı. "Nasıl yani???" demişim. "Baya işte alacaksın ayağını suya batıracaksın" dedi ve bir eliyle ayağımı sıcak su dolu o kovaya soktu. Şarkılar söyleyerek kendimi kesmeye alışkın biri olan ben için bile bu acının tarifi imkansız. Öyle bir çığlık attım ki oda arkadaşım odadan kaçtı, servisin tüm kapıları kapandı yine. Hemşireler kaçıştı...

Her yaşadığı acıda insan, bunun bir üstü olamaz diyor ama gömlek gömlek üstü acılar var hayatta. Hem ağlıyordum hem de bunu tek iyileşme yolum olarak gördüğümden ayağımı çıkaramıyordum. Yaraların yer yer kabuk tutmuş kısımları o suyun içinde çözülüyordu tek tek ve ben feryat figan bağırıyordum.

Yarım saat süren bu işkenceden sonra serumlu suya batırılan sargı bezleriyle ayaklarımı silmeye başladı. Bu da can yakıcıydı ama sıcak suyla kıyaslanmazdı bile. Sonra da merhemleme süreci başladı. Merhemler ufak olduğu için "kova silverdin" denen şeyle karıştırılıyordu. (kova silverdin silverdin'in en büyük boyudur). Nihayet en son da ayaklarım kocaman top top sargı bezleriyle sarılıyordu. (alçı gibi). 

Pansuman saatleri beni o kadar yoruyordu ki saatlerce uyuyordum pansumandan sonra. Bitkindim, halim kalmıyordu. Zamanla her acı gibi, hepsine alıştığım gibi buna da alıştım. (İnsan adaptasyonu en yüksek canlıdır). Yaklaşık 20 gün sonra- en azından- yaralardaki enfeksiyon geçmişti. Artık kokmuyordum! İşin acısı bir başak burcu olarak koku ve kokma olayına ne kadar duyarlıydım. Çok sonra öğrenecektim ki oda arkadaşım benden rahatsız olmuş, odasını değiştirmek istemişti. Ne koymuştu bu bana...

Sadece bu mu...Bir gün mr. konsültasyonu için mr. odasına inmiştim.Mr.'ın başındaki doktor ya da teknisyen hanım her kimse bana "Ben seni bu alete sokmam, sen hiç aynaya bakmıyor musun, o kiloyla bu aleti bozarsın, başıma iş açamam." dedi. Sanki hayatının hıncını benden alır gibi. İki gözüm iki çeşme bahçeye attım kendimi...Sokakta yediğimiz hakaretlere alışkındım fakat bir tıp çalışanından dahi bunları duymak beni çok kötü etkilemişti. Bahçede saatlerce ağlamıştım...

Derma servisleri enteresan yerlerdir. Büyük bir aknesi olan da gerek görülürse yatabilir, cilt kanseri olan da. Netekim sonradan öğrendim ki yanımdaki hatunun aknesi varken bir yanımda yatan odadaki Adem abi cilt kanseriydi. İki gecede bir doktorlar koşuşur, Adem abi fenalaşırdı. Dile kolay...Cerrahpaşa dermatoloji servisinde tam 96 gün yattım. İyileşme umuduyla tam 96 gün. Tam taburcu olduğum gün Adem abiyi kaybettik, nur içinde yatsın...Kimileri kazanıyor, kimileri kaybediyor diye düşünmüştüm ilk duyduğumda. Üzülemedim çünkü o kadar çok çekiyordu ki, o kadar gözümüzün önünde ölmek için yalvarıyordu ki...

Cerrahpaşa bende çok izler bırakmıştı. Çamaşırhanesi daha ezbere biliyorum hala oranın. Herkesle ahpab olmuştum. Konsültasyonum olmasa bile başka servislerden doktorlar yanıma uğruyor, durumuma bakıyorlardı. Akşam yemeğinden sonra dahiliyenin yanındaki küçük bahçeye inerdim. En büyük keyfim kulağımda kulaklık, akşam kahvesini orada içmekti. O acıların içinde dahi kurtuluşu müzikte bulmuştum. Deliler gibi kitap okuyor ve müzik dinliyordum.

2008 yazının üç aydan fazlasını Cerrahpaşa'da geçirdim. Elimde artık bir "salah ile taburcu edildi" kağıdı vardı ama ben yine salah içinde değildim. Normalde beni tedavi edemeyen ya da yanlış tedavi yapan yerlerin adını yazmıyorum ama Cem hoca başkaydı. O karamsarlığın içinde bana tek umut veren O'ydu. Elinden geleni yaptı, yaptırdı. Her zaman hastasına saygılı, sevgili muhteşem bir hekim profili oldu gözümde. 

İyileşemiyor olmam onun suçu değildi, en azından artık elimde NLD ile nasıl yaşayacağım ve nasıl doğru pansuman yapabilirim bilgisi vardı ve bunların hepsini Cem hocadan öğrendim. Doktorların hepsinin aynı olmadığını ve hastası için insani bir çaba gösteren doktorlar da olduğunu bana O öğretti. Her daim yolu açık olsun. 

Cerrahpaşadan çok şey öğrenmiştim ama hayat hakkında eksiğim hala çoktu. Nitekim hayat da bana bunu göstermek için bir kez daha aşk yolunu seçecekti...Ruhsal bir acının, aşk acısının nasıl fiziksel acıdan gömlek gömlek üstün olduğunu çok sonraları anlayacaktım...






10 Temmuz 2011 Pazar

Allahım neden ben?! [N.L.D][+18]

Hep iyileşeceğime inandım ben, en kötü anda bile. Neden bilmiyorum. Yaşadığım onca şeyden sonra bile içimde bir gün mutlaka "normal" bir insana dönüşeceğime dair inanç vardı. Bu inanç sağlıyordu sanırım devam etmemi, ta ki durana kadar...

İstanbul'a dönmüş olmak bile iyi gelmişti bana. Bir Ankara'lı olarak sonradan keşfettiğim İstanbul'un aşığı oldum ben. Hiçbir yerde bu kadar rahat nefes alamadım, bu kadar sevemedim hiçbir yeri. Sezonumuz açılmış ve işe dönmüştüm. İnsülin ve pansumanlar devam ediyor kesip biçme kısmına da her gün daha fazla alışıyordum.

Pansuman için kullandığım malzemeleri malesef sigorta ödemiyordu ve -bugünün şartlarında bile- çok pahalılardı. Annemle elele yetiştirmeye çalışıyorduk ama zordu. O dönem epeyce borçlanmak durumunda kaldık. Patronum (hala da patronum kendisi ) hayatta tanışıp tanışabileceğiniz en zor ama bir o kadar da iyi kalpli adamdı. Bana hem mesleki olarak, hem maddi, hem manevi inanılmaz hakkı geçmiş bir insan oldu hep. Başka bir insan bu kadar hastalık ve ıvır zıvırı olan oyuncuyu çoktan kapının önüne koymuştu. Nitekim başka dönemlerde başvurduğum çok önemli bir özel tiyatro ve çok meşhur bir oyuncu beni "şeker hastası" olmam sebebiyle hakaretlere boğmuştu.Sözlükte yazmıştım bununla ilgili.Hayatım boyunca sağlığı ile övünen insanları garip buldum, sağlık öyle bir mevzudur ki; kibiriyle etrafta dolaştığınız an adeta Tanrı sizi duyar ve bunu tersine çevirir.

İkinci sezonun ortalarında sabahları çok yorgun uyanmaya başladım. Diyabetin potansiyeline bağlıyordum bunu. Derken hafiften ağrılar başladı ayaklarımda. Önceleri iş yoğunluğuna bağlıyor geçiştirmeye çalışıyordum. Daha sonra geçiştirilmeye izin vermeyen ağrılar başladı. Önceleri ağrıyı hisseder hissetmez hemen bir apranax alıyordum. Bıçak gibi kesiliyordu ağrı. Çok ayakta durmaktan olduğunu düşünüyordum çünkü başrol oynuyordum ve sürekli sahnedeydim.

Ağrıların ikinci safhasında yaraların alanının genişlediğini farkettim. İki ayağımda da dizimin altından bileğe kadar olan bölgede genişlemeye başlamışlardı. Necrobiosis Lipoidica genişliyor, bir canavar gibi büyüyordu. Ayakta olmak iyi gelmiyordu bana kesin. Ya da ben öyle sanıyordum. Gün geçtikçe ağrılar daha çok canımı yakmaya ve aldığım apranax sayısı ikiye çıkmaya başladı. Sabahları kuliste bir tane, öğlenleri kuliste bir tane daha derken akşamları da apranax almaya başladım. Ağrıları ve yaraların büyümesini bu kadar görmezden gelmem çok büyük bir hataydı ama tekrar hastaneye yatacak ne maddi ne de manevi gücüm vardı. Gün geçtikçe daha da batıyordum üstelik.

İkinci sezonun sonlarına doğru sağ ayağımda uyuşmalar başladı. Uyuşma -özellikle de - ayak ve ellerdeyse hiç iyi bir işaret değildir. [venöz yetmezlik] İçten içe çok korkuyordum. Pansumanlarda çektiğim acı o kadar artmıştı ki  sürekli ağlar olmuştum. Yaralar çok hızla genişliyor ve derinlikleri artıyordu. Bir şeyler yapmam gerekiyordu ama ne olduğunu bilemiyordum. Beni iyileştirecek birini bulmalıydım. İnternetten de sürekli araştırıyordum bu hastalığı ama sağlam bir sonuç görünmüyordu.

Sezon sonuna kadar dayandım yine. Dayandım ama ne yapacağımı, kime gideceğimi bilemiyordum. Banyo yapmak en büyük kabusumdu artık. Banyo yaparken açık olan yaralar cayır cayır yanıyor banyodan sonra da saatlerce ağrıyordu. Bu sıralarda bir insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriyle tanıştım. Ayaklarımdan tuhaf bir koku geliyordu. Korktuğum, görmezden geldiği şey başıma gelmişti, canlı canlı çürüyordum ben!

Acilen bir şey yapmam gerekiyordu. Annem, eş dost hep beraber doktor aramaya başladık. Özellikle İstanbul'daki özel-üniversite vs tüm hastanelere mail attık. Kurduğu devasa dermatoloji ünitesiyle bir özel hastaneye çok güveniyordum, saatlerce pc başında mail bekledim. Bir hafta sonra mailime, "Ne yazık ki sizi tedavi edemeyiz. Tedaviniz Türkiye sınırları içinde mümkün değildir." diye bir mail geldi. Sanki yurtdışında mümkünmüş gibi!  Oraya o kadar güveniyordum ki sanırım dark side'a geçişim o an oldu.

Annemi çağırdım ve maili gösterdim. Sinirle banyoya girdim, ne kokuya, ne yaralara tahammülüm kalmamıştı. Enfeksiyon kaptığımı biliyordum ama artık çareler tükenmişti. Kendimi o kadar çözümsüz, o kadar çaresiz hissediyordum ki...Ağlaya ağlaya yıkanmaya başladım, bu benim baştan ayağa yapabildiğim son banyo olacaktı.

Hayatım boyunca Tanrı'yla aram iyi oldu benim. Hep inandım, hep güvendim. İman o kadar hassas, gergin bir dengedir ki, iman edebilmek için Tanrı'ya inanıyor olmanız yetmez. Bir çok insan Tanrı'ya inanır ama güvenmezler. Ben güvenen ve seven kısımdaydım. O son banyoda "Allah beni sevmiyor!" dedim kendi kendime, "Sürekli neden ben, neden ben" diyordum. Ve o banyodan çıkamadım...Nasıl bir çığlık attıysam annem içeri daldı, acıdan adım atamıyordum. Annem beni yatağa kadar taşıdı, ayaklarımı gördü. Pansumanları yalnız yaptığım için görmemişti ve ağlamaya başladı. "Bir çaresini bulacağız kızım, Allah bizimle, melekleri bizimle" dedi. "Anne" diye ağladım, "ALLAH NEREDE? MELEKLERİ NEREDE? Beni bırakıp gittiler!" diye bağırdım. [Ağlamaktan yazamadım daha fazla]

Annem bana bir sakinleştirici ve apranax içirdi ve uyudum. Bana sonsuz gibi gelen bir süre için.

Bu benim ilk isyan edişimdi. Şimdiye kadar da tek oldu. Yaradılmış bir insana bu kadar acı çektirilmesinin mantığını bulamıyordum. Sevgi böyle değildi, kimse çaresiz kalmamalıydı, kimse...
Ertesi gün annemin bir tanıdığı bir hocanın ismiyle geldi bize. Kolsuz Agop diye bilinen hocanın öğrencisi Prof.Dr.Cem MAT. Hocanın randevuları aylarca doluydu ancak araya tanıdıklar sokarak hemen ertesi güne randevu aldık.

Son umudum Cem hocaydı, o da beni geri çevirseydi çok süslü bir cenaze törenim olacaktı...

5 Temmuz 2011 Salı

Umutsuz insan, çoktan ölmüştür! [N.L.D][+18]

 Uyarı: Okuyacaklarınız çok acılı, bir o kadar da gerçek. Lütfen içiniz kaldırmıyorsa, kendinizi güçlü hissetmiyorsanız, sizi kötü etkileyeceğini düşünüyorsanız okumayın. Amacım kimseyi üzmek değil, hiç olmadı. Burada okuyacaklarınız ailemin ve belki bir kaç arkadaşımın şahit olduğu gerçeklerdir. Bu kadar açık yazmamın sebebi ise bir kişi olsun varsa aynı şeyi yaşayan, bilsin, hayat devam ediyor ve herkesin bir mutlu sonu var. Mutlu sonlara inanın, lütfen...

Hayatım boyunca umudu kaybettiğim, bir çıkış noktası göremediğim anlar nadirdir. Bir konuda hiç umut göremiyorsam eğer, kendimi yanlış yere doğru baktığıma ikna ederim fakat...

O yıllar için bunu söylemek de, yaşamak da, umutlu olmak da zordu. Egzema teşhisiyle rahatlayan ben ve annem ilaçları, merhemleri kullanarak düzeleceğime gayet tabii ki sonsuz inanıyorduk. Günler geçiyor, bacağımda bir düzelme olmuyordu. Çok kafaya da takmıyordum zira sezon sonuydu, annem anneannemle beraber İzmir'deydi ve ben çok yoğun çalışıyordum.

Bir sabah yine oyuna gitmek için uyandığımda kendimde bir tuhaflık sezdim. Ayağımı gördüğüm an yataktan yarım metre zıpladım desem yalan olmaz. Sağ ayağımda dizimin altındaki o korkunç morluk bir gecede üzeri kocaman kabuk kaplı mosmor bir yaraya dönüşmüştü. Bizim sektörü bilenler için açıklama yapmaya gerek yok lakin bilmeyenler için söyleyeyim, bizim sektörde eğer ölmediyseniz, oyuna çıkarsınız zira oyuncunun oyuna çıkmaması gibi bir durum söz konusu değildir. Bugün işe gitmesem lüksü yoktur (hele ki küçük tiyatrolarda).

Sabahın köründe bandaj gibi bir şey bulup sarıp işe gittim, akşam eve gelip duş alıp egzama merhemlerini sürüyor ve tekrar başka bir bandajla ayağımı kapatıyordum. Geçen üç günün sonunda nihayet bir saat kadar bir boşluk bulup özel bir tıp merkezinin Dermatoloji doktoruna göründüm.

Adamın ayağıma dehşetle bakıp "Kızım bu bizim işimiz değil, ben bunu tedavi edemem ama bu kesinlikle egzama değil. Bir üniversite hastanesine görünmelisin." dediğini hatırlıyorum. Artık hem egzema olmadığına emin, hem de dehşet içinde sezonun bitmesine gün sayıyordum. Son iki gündü ve ben de atlayıp İzmir'e gidecektim, orada bir üniversite hastanesine gitmekti amacım. Son iki gündü ve ben çektiğim acıya rağmen sahnedeydim. Şükürler olsun sezon bitti ve soluğu İzmir'de aldım.

Annem ve anneannem vaziyeti görünce gecikmeden acilden hastaneye gitmemizin gerektiğini söylediler. Durumum o kadar kötüydü ki ayağımın ağrısından başımı kaldırıp gözyaşlarımı silemiyordum. "x" hastanesinin acil salonunda görevliyle annem tartışıyordu, durum çok acil diye bağırıyordu. Görevli inatla Dermatoloji'nin acili olmadığını söylüyordu. Son gücümle ağlayarak ayağa kalktım ve adama ayağımı gösterdim. 10 dakika içinde Dermatoloji'deki tüm doktorlar etrafımda bir uzaylıyı inceler gibi bana bakıyorlardı. Demek bu kadar kötüydüm...

Vakit kaybetmeden beni hastaneye yatırdılar, başıma doluşan doktorlar sürekli ya benim şişmanlığımdan ya da ayağımdan, ya da anlamadığım bir şeylerden bahsediyorlardı. O kadar korkmuştum ki...[Şimdi benim için bunları yazmak o kadar zor ki, ağlamak için ara vermek zorundayım]

Bir tarafıma serum, bir tarafıma adını daha önce hiç duymadığım bir makineye bağlı bir sıvı taktılar. Ne sorsam sürekli "komadasın" yanıtını alıyordum ama komada değildim! Bahsettikleri komanın "yüksek şeker koması [hiperglisemi] olduğunu bilemezdim tabii. Yarım saatte bir birisi başıma geliyor ve parmağımdan kan alıyor, tansiyonumu ölçüyor ve bir takım rakamlar yazıp gidiyordu. O gün bir şey anlayamadan geçti gitti.

Nihayet ertesi gün vizitte benimle ilgili birbirlerine açıklama yaparlarken neyim olduğunu öğrendim. Tip 1 diyabet teşhisi koymuşardı ama peki ya ayağım? Bana hiç açıklama yapmadan gidiyorlardı ki aralarından bir doktor "Vaka obez" dedi. Nasıl yataktan doğruldum ve nasıl sesimi yükselttim bilemiyorum.

"Vaka değilim ben, insanım! Bana bir açıklama yapmak zorundasınız!" Bütün doktorlar bana dönmüştü. Nihayet bana diyabetimle ilgili biraz bilgi verdiler. Eminim hastane loglarıma "Hasta asabi." de yazılmıştır zira öğleden sonra psikiyatriden bir hanım konsültasyona geldi. O gün bugündür hastası hakkında "vaka" diyen doktorlardan hep bucak bucak kaçtım. Siz evet, akademik sunumlarda,makalelerde hastane kayıtlarında vaka, olgu vs olabilirsiniz ama sizinle muhattap olan hekim yüzünüze bakıp Vaka dememeli. Siz bir insansınız, bireysiniz. İnsan gibi davranılmayı hakediyorsunuz.

Nihayet o gün öğleden sonra ayağım için bir şeyler yapıldı. Ufak bir örnek alınacak sanan ben gayet rahatken ayağımdan (yaranın üstünden) yarım cm lik yuvarlak bir parça aldılar. Kesin sonucu patoloji sonrası söyleceklerini de eklediler. Ben patoloji sonucu beklerken isteğim, arzum ya da iznim olmadan insülin'e bağlanmıştım bile. İnsülinin ne demek olduğunu bilmeden hem de!

Patoloji sonucu gelene kadar pansuman yapacağız dediler. Pansuman kavramı hakkında pek haberim olmayarak rahatça tamam dedim. Ertesi sabah vizit sonrası beni pansumana götürdüler. 10 adıma 10 adım kadar ufacık penceresiz bir odada ayağımı sargısından açtı doktor. Serumla ayağımı temizledikten sonra eline bir bisturi aldı. Geriye doğru zıplayınca "Bundan başka iyileşme şansın yok, istersen bağır, çağır, küfret, canın yanacak.Uyuşturursak ne kadar kestiğimizi hissedemezsin." dedi. Kesmek??? Canın yanacak kavramından anladığım şey kesinlikle bu değildi. Çıkardığı bisturi ile ayağımdaki yarayı kazımaya başladı. Öyle çığlıklar atıyordum ki birileri annemi alıp iki kat yukarı çıkarmak zorunda kalmış, tüm servisin kapılarını da kapatmıştı, duyulmasın diye. İlk pansumanım yaklaşık bir saat sürdü. Şimdi bana rahatça ameliyat izliyorum diye deli muamelesi yapan arkadaşlarım var, ben kendi kesilişimi her gün izlemiştim. Hiç uyuşturulmadan, kendi etinin sesini duyarak...

O zamanlar henüz dj. değildim. Acıyla baş etmenin yolunu kendimce bulmuştum. Doktor eline bisturiyi aldığı an şarkı söylemeye başlıyordum. Her gün farklı bir şarkı söylüyordum bağıra bağıra. Kendimce acıyla savaşmanın yolu buydu. O satten sonra da hayatım boyunca şarkılar yanımda olacaktı, her savaşımda...

Hastaneye yatalı 10 gün geçmişti. Patoloji sonucunu ve tedavi sürecini deli gibi merak ediyordum. Hastaneye ve "acıyla imtihan" a alışmıştım. İnsan böyle bir şeye nasıl alışır demeyin, insan denen varlık aklınıza gelebilecek her acıya adapte oluyor. Patoloji sonucu geldiğinde heyecandan ölecek gibiydim. Sonuç: Necrobiosis Lipoidica! Ne? Nedir? Nasıldır hiç bir fikrim yoktu. Nihayet ertesi gün vizitinde 10.000.000 (on milyon) kişide bir görülen bir cilt hastalığı olduğunu, yabancı kaynaklarda "cell cancer/cell tumor" şeklinde geçtiğini, diyabetin komplikasyonu olmadığını ama diyabetin tetiklediğini, daha çok kadınlarda görüldüğünü öğrendim hocalardan.

Vay be! Kimine loto vuruyordu, bana da kaderin lotosu buydu demek. Peki neden oluyordu bu? Genetik değil, yeme içme değil, diyabet değil? E peki nedir? Hocaların cevabı : Bilmiyoruz. Gayya kuyusu gibi bir hastalıktı işte. Yara açılmasına egzama merhemleri sebep olmuş olabilirdi, güneş olabilirdi, kedi köpek tüyü olabilirdi, su olabilirdi. Gayet fiyakalı ismi olan bir bilinmezlikti N.L.D. Benim için daha önemli kısmı açıkçası o an nasıl geçeceğiydi. Doktorların cevabı ise gayet netti: Bilmiyoruz, deneyeceğiz. Çok güzel, demek deneyeceklerdi. Başka çarem yoktu. Her şeye tamam dedim. Her sabah 45 dakika-1 saat arası canlı canlı kesilmeye, ışık, lazer tedavisi, deneysel merhemler, türlü çeşit işlemler...

"x" hastanesinde 20.günümde pansuman yapan doktora pansumanımı kendim yapmak istediğimi söyledim. Madem biri beni kesecekti, bu ben olmalıydım. İzin verdiler ve her sabah 45 dakika kendi bistürimi kendim tutup, kendi canımı yakıyordum artık. Hatta pansumanı ve diğer işlemleri o kadar iyi yapmaya başlamıştım ki artık öğlen tatillerinde katı bana emanet edip gidiyorlardı. "Bir şey olursa ararsın" diyerek. Açıkçası dermatoloji hakkında bu kadar ıvır zıvırı ve temel bilgiyi orada öğrendim diyebilirim.

Artık öyle bir hale gelmiştim ki, hemşirelerle fal kapatıyor, konsültasyona gelen doktorlarla batak atıyordum. Uzun süreli yatan hastalar için hastanelerde pek çok şey yasak değildir biliyor musunuz bilmem. Biraz kafayı kırma olasılığınız yüksek olduğundan, biraz da evde gibi hissetmenizi sağlamak için. Çok canım çektiği için un helvası yapıp (diyabetik hastaya) getiren doktorlarım bile oldu orada.

"x" hastanesinde böyle böyle tam 63 gün geçirdim. 63 günün sonunda artık daha fazla bir şey yapılamayacağını söyleyerek ayağımda hala bir yarayla "salah ile taburcu" edildim. Halbuki ben salah içinde değildim ve onlar da ben de bunu biliyorduk! Salah içinde taburcu edildi yazıyordu son raporumda, içim burkuluyordu...

Artık hastanede olmadığım halde belki işe yarar diye pansumanıma devam ediyor, yarayı da "roll por" denen bantların(yara pedi) 18 cm ya da 20 cm olanlarıyla kapatıyordum. Sadece banyoda açıyor ve o kadar acıya da göz yumuyordum. Hayat böyleydi ve böyle yaşamaya alışmalıydım. Yeni bir sezon başlıyordu ve işe dönmeliydim.

İstanbul'a, işime, evime döndüm. Artık diyabetim vardı, alışmaya çalışıyordum. Artık günde dört kere insülin alıyor, her gün pansuman yapıyor, ayağım bantlı dolaşıyordum. Nasılsa bundan beter bir acı çekemem diye düşünüyordum o zamanlar.

Halbuki ne çok yanılmıştım hayatta. Bu da onlardan biriydi. Acıdan büyük acı vardı ve ben henüz yarısını bile görmemiştim...

4 Temmuz 2011 Pazartesi

Pazartesi Diyete Başlıyorum!


Tiyatro, yani sahne "işte ben burada olmalıyım." dediğim tek şey ve kendimi evimde hissettiğim tek yerdi. O kadar mutluydum ki çalışırken, bir klişe vardır ya; hem sevdiğim işi yapıyor, hem üstüne para alıyordum. Tiyatro hayatım; ilk yılı 50 civarında oyuncusu olan, benim için bir eğitim sürecini başlatan güzel bir yerdi. Tek bir sorun vardı ki, ben herkesten şişmandım. Oyunlarda - danslarda nefes nefese kalıyor, oyun aralarında bulduğum her yerde uyuyakalıyordum. Benim olduğum yerde konuşulmuyordu ama ben yokken kilomun muhabbetinin yapıldığını biliyordum. Ekibim oyun aralarında uyuklamamdan şikayetçiydi ancak ben bunun henüz kiloyla bağlantısını kuramıyordum. 

Bu esnada çok büyük geyiktir ama doğrudur, her pazartesi diyete başlıyor, salı günü pastanenin önünden geçerken sıcacık açmaları görünce niyeti bozuyordum. Salı gecesini geçirsem çarşamba günü kuliste börek şenliği oluyordu. Ne irademe, ne kendime hükmedecek halim kalmıştı. Bu arada ekipçe en büyük zevkimiz oyun arasında olsun, kulis zamanında olsun cola içmekti. Günde 2 adet 2,5 lt. kola içiyorduk. Bir de buna benim evde içtiklerim ekleniyordu. Utanmasam eve cola sebili yaptıracaktım. Bu pazartesi rejimleri yüzünden çok fena ti'ye alınıyordum ama yapacak bir şey yoktu. Belli ki zayıf iradeliydim. Teslim oldum. 

Başladığım ilk tiyatroda iki sezon geçirdim ve oradan ayrılan arkadaşlarımın kurduğu yeni ve nispeten daha küçük bir tiyatroya geçtim. (Bir nevi transfer).  Ekip arkadaşlarımdan ayrılmadığım için sorun yaşamadım ancak bu kulis uyuyakalmaları artık herkesin dilindeydi ve feci alay konusuydu. Tabi ben hala sebebini bilmiyordum. İki sezon da ikinci tiyatromda geçirdim. 

O yaz sezon bitimine yakın sağ ayağımda bir pembelik farkettim. O sıralar sevgili Ülker Köksal'ın Şaka adlı oyununu oynuyorduk ve ben perde kapanırken finalde bayılıyordum. Kendi kendime dedim ki "Herhalde sert düşürüyorum kendimi." Günler geçiyor, günler geçtikçe ayağımdaki pembelik yerini morluğa bırakıyordu. "Ne biçim düşüyorum ben, mosmor oldu ayağım." diyordum da hala bir şeyden şüphelenmiyordum.

Sezon bitmişti fakat ayağımdaki morluk hala geçmiyordu. Derken o yaz dedemi (annemin babasını) cilt kanserinden kaybettik. Allah rahmet eylesin. Çok, çok üzüldüm. Üzülmekle beraber annemin de benim de birbirimize çaktırmadan düşündüğü ilk şey "Acaba bu morluk da kanser mi?" oldu. Uykularım kaçmaya başlamadan bir doktora görünmek iyi olacaktı. 

Hemen ertesi gün eve yakın olduğu için "x" hastanesinin Dermatoloji bölümüne gittik. Doktor bey bakar bakmaz "Egzama" teşhisi koydu, hatta ekledi "Bir şeye çok üzülmüşsün kızım." . Dedemi yeni kaybettiğim için buna yorduk ve ne yalan söyleyeyim annem de ben de birbirimize çaktırmadan derin bir oh çektik. Doktorumuz egzama için bir reçete yazdı. Mutlu mesut evimizin yolunu tuttuk. 

Yanlış, yapyanlış bir teşhis olacağı ve kullanacağım ilaçların bana ne kadar zarar verebileceğini hiç düşünmemiştik...






1 Temmuz 2011 Cuma

Açılın, okulun en şişman kızı geliyor!

*Şişman insanlara iyi davranın, bir gün hayatınızı kurtarabilirler.

Küçük çocukların bazen ne kadar zalim olabildiğini farketmişsinizdir. Aslında bu çocukların "politically correct" davranmayı bilmemesinden, yani düşündüğünü cart diye söylemesinden ileri gelir. Büyüdükçe yalanlara, adına kibarlık dediğimiz "insan ilişkileri"ne ve maskelere alışırız. Çocukken bunlar yoktur.

Benim için ise çocukken aman aman yaşamadığım zalimlik Üniversite hayatında, sosyal çevremde başgösterdi. İstanbul Üniversitesi'ne, İstanbul'a, yeni evimize, yeni arkadaşlara zor alışmıştım. İstanbul gözümü korkuttuğu kadar da cezbetti beni. Yeni bir çevre edinmem zor olmadı ama bu çevre çok enteresan biçimde şu an ününün doruğunu yaşayan bir şarkıcı kanka, şu an oyunculuğunun en güzel yıllarını geçiren bir ex manken ile kanka olmamla bir miktar değişti.

Aynı okulun farklı bölümlerindeydik, farklı yerlerden de tanış çıkmıştık. Her yere beraber gidiyorduk ve iki adet -literally- çöp gibi, taş gibi hatunun arasında gerçekten yancı gibi duruyordum her zaman. Onlar bunu asla hissettirmese de güzel kızların yanındaki şişman hatun rolü beni bunalıma soktu. (Bu arada isimlerini vermek istemedim zira bu onların hikayesi değil, onları kullanarak hayatımda adım atmadım ve atmam da. Hala çok sevdiğim insanlar ikisi de)

Üstelik çok yakın oturuyorduk ve ya ben onlarda ya onlar bizde takılıyorduk. Beni tanıyanlar bilir, arkadaşlık, çevre edinme vs konusunda gerçekten hiç problem yaşamadığım gibi, Tanrı'nın bir lütfu olarak hep sevilen bir insan oldum. Yeni oluşan arkadaş grubum sayesinde gerçekten adını hayal bile edemeyeceğim çok kişiyle tanıştım. Bir çoğunun en az benim kadar normal insanlar olduğuna aymamla birlikte büyüleri de bozuldu.

Bu esnada annemin ve tabii de benim ilk diyetisyen girişimlerimiz başladı. İlk diyetisyenim benden daha kilolu olduğu için (epic fail) kesinlikle kendisine güvenmedim. Derken pasif jimnastik ile tanıştım. Başlanan her rejim gibi o da uzun sürmedi ve yarım bıraktım. Bıraktığım an da verdiğim 6 kilonun iki katını aldım. (Yanılmıyorsam buna yo-yo sendromu deniyor) Diyetisyenlerin verdiği her listeyi bir aydan sonra evde uçak yaptık, eğlendik. Verdikleri listeler ne gerçekçi, ne de uygulanabilir şeylerdi. Kahvaltı etmemeyi, öğün atlamayı güzel ve sağlıklı şeyler sanıyordum o zaman. Kilo vermek için verdiğim her çaba metabolizmam ve iştahım tarafından büyük bir kuvvetle püskürtülüyordu. Derken elbette kapımı tekrar aşk çaldı. Bu sefer sırılsıklam aşık olmuştum!

Cem'le internette tanıştık. Ufak bir sorun dışında ilişkimiz şahane gidiyordu. Ben 18, o ise 28 yaşındaydı. Allahtan bu sefer o da bana aşıktı (ya da ben öyle sanıyordum). İlşkimiz gayet hararetliydi, sıklıkla kavga ediyorduk. Yaşım dolayısıyla ben onun isteklerine cevap veremiyor, kendimi eksik hissediyordum. Bu da ilişkide problem oluyordu. Sonra bir gün bir baktım ki biz hiç dışarı çıkmıyoruz! (Bunu farketmem epey uzun sürdü) (biraz salak olabilirim o yıllarda, evet) Cem'in bana çok emeği geçti kişisel ilişkiler ve her konuda ama benden utandığını ve o yüzden benimle dışarı çıkmadığını anladığımda hayatımın en sağlam hayal kırıklıklarından birini daha yaşamıştım.

İte kaka bir süre daha yürüttüm ilişkiyi, sebebi de ondan vazgeçemeyecek kadar aşık olmamdı. En sonunda gerçekten çok büyük bir kavgayla bitirdik. Benden utandığını asla kabul etmedi, tek söylediği "Ben seni kardeşim gibi görüyorum artık." idi ve bu da zaten yeterince kalbimi kırmıştı. Ben gerçek sebebi de biliyordum üstelik. O gün (ayrıldığımız gün) bir kutu amerikan aspirini içip intihar etmeye çalıştım. O zamanlar bir miktar salak olduğum için aspirinle intihar edilmeyeceğini bilmiyordum. Cem'e telefon açıp dokunaklı bir konuşma yapacaktım hesapta (tam ergen) fakat telefonda baygınlık geçirdim.

Nişantaşı'ndan Ataköy'e ışık hızıyla gelip beni kusturdu. Üstümü başımı yıkadı, yatrdı. Anneme haber verdi (elbette intihar ettiğimi söylemedi, hastalandı dedi). Trip atmak için intihar edilmeyeceğini de öğrenmiş oldum. Üstelik trip atmaya çalıştığım adam hayatımı kurtarmıştı! (rezillik diz boyu).Alıp başımı gitmek istiyordum ama nereye?...

O sene can havliyle İstanbul Üniversitesini bırakıp (evet yaptım bunu), yeniden sınava girdim. Çanakkale 18 Mart'ı kazandım. Ne olduğuna bakmadan sorgusuz sualsiz bir yerlere gidesim vardı. Çalıkuşu misali yollara düşecektim ki bir sabah sakin sakin otururken karnıma korkunç bir sancı girdi. Sancıdan bayılmışım. Gözümü açtığımda başımda annem ve teyzemi gördüm. Bir daha ayıldığımda ise ambulanstaydım.

Hastanede ilk iş batın usg çektiler (Karın ultrasonu) ve doktor hanım bana bakıp "aman allahım! " dedi. Sonra tekrar bayıldım. Ne kadar profesyonelce değil mi? Hastanın suratına baka baka "Aman Allahım!" demek. Acilen apar topar ameliyata alındım. Sağ yumurtalığıma yapışık tam 6,5 kilo(!) bir kist patlamak üzereyken alındı. Sağ yumurtalığım da yapışık olduğu için alındı ve teşhisi ayılıp kendime geldikten ve karnımdaki birbirinden biçimsiz korkunç 60 adet dikişi gördükten sonra öğrendim. Polikistik Over Sendromu! (PCOS).

Çook sonradan öğrendiğim kadarıyla kilo-pcos ve diyabet birbirini tetikleyen şeylermiş ve hasta -hala- diyabet değilse bir pre-diyabet tedavisi gerekirmiş. Kendi araştırmalarımla bulduğum sonuçtan sanıyorum o zamanki doktorlarım haberdar değildi.(!) Kilonun sağlığıma indirdiği ilk major darbe bu oldu.

Tabii bu sayede ikinci Üniversiteme yani Çanakkale'ye karnım boydan boya yarık, sittin adet iyileşmemiş dikiş, korkunç bir ruh hali ve bir avuç ilaçla başladım. Ameliyattan dolayı bir hafta geç başlayabilmiştim üstelik. Herkes iyi kötü birbiriyle kaynaşmış, ben tabiri caizse ampul gibi ortada kalmıştım. Sadece fönlü saça yurda gittiğim için adım anında "sosyete" ye çıkmış, sonradan öğrendiğime göre de oturduğum koltuğun minderinin çökmesiyle minderi eline alıp popomun kocamanlığıyla ilk günden dalga geçmeye başlamışlardı yurt arkadaşlarım.

Çanakkale İstanbul'a göre, hatta Ankara'ya göre bile fazlaca tutucu ve her nedense en büyük gelir kaynağı olan öğrencilerden nefret eden bir şehirdi. Geçirdiğim ameliyat dolayısıyla pansumana gittiğimde doğum yaptığımı (sezaryen) sanan ve dedikodu yapan iş bilmez hemşireler mi istersiniz, şampuan alırken kendi dedikodunuzu duymak mı dersiniz...Gerçekten çok sıkıntılı zamanlar yaşadım. Gün olup devran döndüğünde bana "Doğum yapmışsın sen!" diyen hemşire bir gün evimin önünde fenalık geçirmişti ve şansa bakın ki bir paket meyve suyuyla hayatını kurtarmıştım. (Keser döner sap döner vs. Karma is a bitch) Elbette çok keyifli anları da oldu ama verdiğim bu karar (İstanbul'u bırakıp gitmek) hayatım boyunca belki de en hayıflanacağım, "keşke" kelimesine en yakın duracağım şeydi.

Ne İstanbul Üniversitesinde okuduğum bölümü (Müt. Terc.), ne de Çanakkale'deki bölümümü (Tasarım) yapmayacağımdan emin oldum bir kaç yıl içinde. Hayat bana bambaşka yollar hazırlıyordu. Yavaş ve emin adımlarla hem de. Günü gelip Çanakkale defterini kapattığımda ise nihayet ne yapmak istediğime karar vermiş, teoriden sıkılmış ve bir an önce hayatın pratiğine geçmek ister bir haldeydim.

Pılımı pırtımı toplatıp Çanakkale'den ayrıldım ve yuvama İstanbul'a geri döndüm. Gönlümde yatan arslan'a, "aman beş kuruşsuz kalırım" diye başlamadığım konservatuara inat oyunculuk adeta kollarını açmış beni bekliyordu. Dönüşümden kısa bir süre sonra küçük özel bir tiyatroda iş buldum. Teknik olarak Tiyatro eğitimi almadığım için kurslara gitmeye başladım. Böylece meslek hayatım başlamıştı ama obezite burada da yakamı bırakmayacaktı...

Bu arada her iki Üniversitenin de en şişmanı olduğumu söylemiş miydim :)